30 Ağustos 2013

Hayatın Kökleri - Mahlon B. Hoagland


İlk olarak 1979 yılında basılan, Türkiye'de ise TÜBİTAK tarafından ilk defa 1993'te yayımlanan kitap hayatın biyolojik yönü hakkında gerçekten çok kaliteli bir eser. Kitap hücreleri, onu oluşturan molekülleri ve hücre içinde ve hücreler arasında yaşanan olayları biyoloji ile neredeyse hiç ilgisi olmayan birinin bile kolayca anlayabileceği şekilde anlatıyor.

Kitabın evrim ve kanser hakkındaki bölümleri ise ayrıca takdire şayan. Toplumda az bilinen ama üzerine çok konuşulan bu iki konu gerçekten çok açık bir şekilde ortaya konulmuş.

Kitap 1979 yılında yazılmış olduğu için bazı bilimsel gelişmelerin gerisinde kaldığı aşikar. Örneğin o tarihte Mars'a araç gönderilmemiş ve klon koyun Dolly hayata gözlerini açmamıştı. Bu nedenle kitapta da bu olaylardan önceki bilgiler yer alıyor. Fakat bu kesinlikle kitabın söylediklerini yanlış yapmıyor, belki biraz eksik kılabilir lakin isteyen bu eksiklikleri kendisi araştırarak da giderebilir.

Hayatın Kökleri, hayatın biyolojik olarak ne olduğu konusunda ufkunun açılmasını isteyen herkese gönül rahatlığıyla önerebileceğim bir kitap.

25 Ağustos 2013

Maya Teknolojisi


Atlas Dergisi Haziran 1993 tarihli 3. sayısında Maya uygarlığını ele alıyor. Bu yazıyı referans alarak Mayalar'ın ilginç teknolojik yönlerine değinelim:

- Milattan önce bilerce yıl önce bir yılı 365 güne bölen bir takvim kullanıyorlardı.
- Tarım amacıyla sulama kanalları ve bataklıklar üzerine yapay tarlalar yapmışlardı. Bunları yapabilmelerine rağmen sabanı bulamadılar.
- Hayvanları evcilleştiremediler.
- Tekerleği bulamadılar.
- Altın dışında maden işleyemediler.
- Demir veya tunçları olmamasına rağmen tapınakları için kusursuz dev taşlar kesmeyi başardılar.
- Evcil hayvanları veya tekerlekli arabaları olmamasına rağmen bu dev taşları taşımayı başardılar.

Görüldüğü gibi Mayalar Eski Dünya'daki teknolojik gelişimden bambaşka bir yol izlediler. İlginç bir diğer noktada Mayalar'ın önce uygarlık kurup sonra da bunu terk etmeleridir. Binlerce yıl uygarlık kurmak için uğraşan Mayalar 10. yüzyılda ansızın tüm tapınaklarını, caddelerini, meydanlarını terk ederek tropikal ormanlar içinde ilkel bir yaşamı tercih etmiştir. Bunun nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte sabanı bulamamaları nedeniyle şehir hayatı içinde yeterince yiyecek üretememelerine bağlanır.

19 Ağustos 2013

Toplu Taşımada Haremlik Selamlık


Atlas Tarih dergisinin 3. sayısında işlediği konulardan birisi de Türkiye'de toplu taşımanın ilk yılları. Osmanlı toplumunda kadınla erkeğin birbirinden katı çizgilerle ayrıldığını, büyük konaklarda, saraylarda haremlik ve selamlık bölümlerinin bulunduğu göz önüne alınırsa toplu taşıma araçlarında kadınlarla erkeklerin birlikte seyahat etmeleri de pek düşünülebilecek bir durum değildi.

Osmanlı'da ilk toplu taşıma vapurlarla başlamıştır. Vapurlardan önce boğazı geçmek için kullanılan sandallara ise kadınların tek başlarına binmeleri yasaktır. Bu yasak genç kadınların sevgilileriyle gizlice kayıklarda buluşup hoşça vakit geçirmelerini engellemek için konmuştu. Bu yasağın tek istisnası yaşlı kadınlardı.

Boğazda kapitülasyonlardan yararlanan yabancı devletler ilk vapur taşımacılığını gerçekleştirenler olmuştu. Bunu geren Abdülmecit bir gemiyi aynı işi yapması için görevlendirir. Vapur çeşitli duraklara uğrayarak Karaköy ile Kanlıca arasında sefer yapacaktır. Fakat bu yıllarda henüz iskeleler yapılmadığı için yolcular açıkta veya bir yalının iskelesine demirleyen vapura kayıklarla ulaşmaktadır. Bu vapurların bir kötü yanı daha vardır: Kadınların binmesi yasaktır. Boğazı geçmek için kayıklara mahkum olan kadınlar bu duruma karşı seslerini yükseltince vapurlara kadınların da binmesine izin verilir fakat bir şart vardır, kadınların oturduğu bölümle erkeklerin oturduğu bölüm bir perdeyle ayrılacaktır. Evli bile olsalar eşler ayrı bölmelerde seyahat edecek ve seyahat bittikten sonra buluşacaklardır.

Sorun çözülmüş gibi olsa da kadınlar yine memnun olmazlar. Çünkü kadınlara ayrılan kısım ön taraftadır ve bu kısımda kış aylarında donmaktadırlar. Bunun dışında kazalar da genelde ön taraftan gerçekleşmektedir. Uzun uğraşlar sonucunda istediklerini alırlar. Dümenleri arka tarafta olan vapurlarda dümene gidip gelen görevlilerin kadınlarla meşgul olmasından çekindiği için baştan bunu istemeyen Şirket-i Hayriye yetkilileri baskılar sonucunda kadınlara arka tarafı tahsis ederler.

Perde çapkınlar için bir cazibe kaynağı olur. Bunlar her seferinde erkenden gidip perdeye yakın tarafa oturmuşlar ve rüzgarla veya bilet kontrolörünün giriş çıkışıyla perdenin birkaç saniyeliğine de olsa açılmasını beklemişlerdir. İçeride rahatsız edilmeyeceğinden emin oldukları için başlarını açan kadınların güzelliklerini seyretmek amaçlarıdır. Bazen de kadınların bölmesinden erkeklerin tarafında zarfların geçtiği olur.

Kurtuluş Savaşı yıllarında Anadolu'daki kuvvetlere katılmak isteyenler bu haremlik selamlık durumundan yararlanmıştır. İngilizler şehirden çıkışı izne bağlamışlardır ve vapurlarda da yolcular kontrolden geçirilmektedir. Bu durumu aşmak için mücadeleye katılmak isteyenler kadın kılığına girmiş ve aramadan kurtulup Özbekler Tekkesi'ne ulaştıklarında kapıyı çalıp "Beni İsa gönderdi" diyerek parolayı dile getirmiştir. Bundan sonra Ankara'ya ulaşım sağlanmaktaydı.

İstanbul'da atlı tramvaylar kullanılmaya başladıktan sonra orada da haremlik selamlık kendisini gösterir. İlk vagonlar iki katlıdır ve kadınlar için üst kat ayrılmıştır. Fakat bu durum maliyetli olunca tek katlı vagonlara geçilir ve erkekler ve kadınlar için ayrı seferler düzenlenir. Bu da maliyetleri kurtarmayınca vapurdaki çözüm burada da uygulanır: Perde. Vapurdaki çapkınlar burada da görülürler fakat işin kötüsü tramvayların yolcuları her zaman nazik beyefendiler değildir. Kimi zaman bıçkınlar da tramvaya binerlerdi ve mutlaka olay çıkarırlardı. Bu kişiler kadınların bölmesine fındık, fıstık attıkları ve lavanta sıktıkları için hanımefendilerin uşaklarıyla bıçkınlar arasında kavgalar çıkmıştır. Bu uygulama elektrikli tramvaylarda da devam ettirilmiştir.

Tünel metrosunda da aynı uygulama görülür fakat iki durak arası mesafe çok kısa olduğundan burada kayda değer bir olay görülmemiştir.

1923 yılında toplu taşımada haremlik selamlık uygulamasına son verilir. Fakat buna ilk tepki de kadınlardan gelir. Sebep taciz değildir. Erkekler daha ilk durakta tramvayı doldurmakta bu nedenle sonraki duraklarda binen kadınlar ayakta kalmaktadır hatta vapurlarda soğuk kısımlarda seyahat etmeye mecbur kalmaktadır.

İlginç bir haremlik selamlık durumu da Gülhane Parkı'nda görülmüştür. İstanbul'un belediye başkanlığını yapan Cemil Topuzlu Paşa padişahtan izin alarak Topkapı Sarayı'nın dış bahçesinin bir bölümünü halka açık bir park yapar. Burası Gülhane Parkı'dır. Fakat burada erkeklerle kadınların bir arada gezdiğini gören Enver Paşa hiddetlenir ve Cemil Topuzlu Paşa'dan kadınların parka girişini yasaklamasını ister. Cemil Topuzlu Paşa durumu görüşmek için Enver Paşa'nın yanına gittiğinde Cemal Paşa da oradadır. Cemil Topuzlu Paşa bu isteğin yerine getirilemeyeceğini söyler. Cemal Paşa bu durumda kadınlara ayrı bir gün tayin edilmesini önerir. Daha sonra kadınlarla erkeklerin birlikte gezmesinin temin edileceği sözünü verir. Cemal Paşa'nın dediği gibi yapılır ve gerçekten de bir ay sonra kadınlarla erkekler yine Gülhane Parkı'nda beraber gezmeye başlar.

17 Ağustos 2013

Reşadiye ve Sultan Osman'dan HMS Erin ve HMS Agincourt'a


Osmanlı İmparatorluğu'nun Birinci Dünya Savaşı'ndan önce İngiliz tersanelerine iki savaş gemisi siparişi verdiği fakat bu gemilere İngiltere tarafından el konulduğu bilinir. Atlas Tarih Dergisi'nin 3. sayısı konuları arasında bu gemilerin hikayesine de yer veriyor.

Osmanlı İmparatorluğu Ağustos 1911'de Vickers tersanelerine bir dretnot yapımı için sipariş verir. Reşadiye olarak adlandırılan bu dretnotun sözleşme gereği Eylül 1913'te deneme sürüşlerine çıkması gerekmektedir. Fakat Balkan Savaşları esnasında Vickers tersanesi Osmanlı'nın ekonomik krize girebileceği endişesiyle geminin inşaasını ağırdan alır. Halbuki Osmanlı savaş esnasında tüm taksitleri eksiksiz ödemiştir.

Eylül 1913'de dretnot daha yenice denize iner. Teamüller gereği şampanya patlatılarak kutlanan bu etkinlik geminin Osmanlı'ya ait olması nedeniyle gül suyu şişesi kırılarak kutlanır.

Osmanlı donanması Balkan Savaşları'nda Yunan donanması karşısında yetersiz kalınca donanmaya modern gemilerin katılması ihtiyacı iyice kendini belli eder. Öyle ki Yunanistan'ın Averoff zırhlı kruvazörü ile tek başına Osmanlı donanmasına büyük zorluk çıkarmıştır. Osmanlı bu doğrultuda Brezilya adına yapılmakta olan bir başka dretnotu daha satın alır. Bu dretnotun adı da Sultan Osman'dır.

Daha sonra Nisan 1914'te Fatih isimli yeni bir dretnot ile iki kruvazör, dört muhrip ve iki denizaltı siparişi verilir. Fakat 1. Dünya Savaşı'nın ayak sesleri duyulmaktadır. O zamanlar İngiltere'nin Denizcilik Bakanı olan Churchill Alman ve İngiliz savaş gemilerinin sayılarını karşılaştırdıktan sonra İngiliz donanmasının sadece çok küçük farkla üstün olduğunu görür ve Osmanlı gemilerinin de İngiliz donanmasına katılmasına karar verir. Bu hamle İngiliz donanmasını güçlendirmekle kalmayacak ayrıca gemileri Almanlar'ın yararına kullanılabilme ihtimalinden de uzak tutacaktı.

Churchill gemilere el koymak için hukuki dayanak bulamasa da 31 Temmuz 1914 günü İngiliz hükümetinin Reşadiye ve Sultan Osman'a el koyma kararı tersanelere tebliğ edilir. Aynı karar 3 Ağustos 1914'te de Osmanlı hükümetine de bildirilir. Gemilerin yeni isimler sırasıyla HMS Erin ve HMS Agincourt olur. Karar Osmanlı hükümetince sert şekilde protesto edilse de sonuç değişmez.

Lozan Antlaşması'nın maddelerinden biri de bu gemilerin parasından Türkiye Cumhuriyeti'nin vazgeçmiş olmasıdır. Brezilya'dan alınan Sultan Osman dretnotu için 300.000 Sterlin ödendiği ve sonrasında Türkiye'nin Musul petrollerinden 25 yıl için alacağı yüzde 10'luk paydan 500.000 Sterlin karşılığında vazgeçtiğini göz önünde bulundurursak Osmanlı'nın el konulan hakkının ne kadar büyük olduğu anlaşılabilir.

Diğer siparişi verilen gemilerin ise paraları ödenmemiş ve 1. Dünya Savaşı patlak verdiği için inşaaları durdurulmuştur.

İngiliz hükümeti bu iki drednotun dışında iki yolcu gemisine de el koymuştur. Fakat bu vapurlar 1. Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı'ya iade edilmiştir.


15 Ağustos 2013

Nasıl Piyasa Şairi Olunur? -4-


Bu yazıyla piyasa şairi olma üzerine sürdürdüğüm yazı dizisini sonlandırıyorum. Bu yazı piyasa şairi olmak için yapılmaması gerekenleri anlatacak. Bu nedenle belki "Nasıl Piyasa Şairi Olunmaz?" başlığı daha uygun olurdu. Fakat aynı yazı dizisinin devamı olduğundan mevcut başlığı kullanmaya devam ediyorum.

Aslında daha önceki yazılardan anlaşılmış olması lazım. Piyasa şairi olamamak için tek bir sebep var: Bir şeyler anlatmaya çalışmak ve şiirin şekil yönünden de güzel olması. Yani bunlardan birini eksik yaptığınızda piyasa şairi olursunuz. Çünkü insanların çoğu ikisini birden kaldıramaz. Ya güzel şekilli çağrışımlar yapan ama bir şey anlaması için insanı düşündürmeyen bir şiir yazılmalı ya da bir şeyler anlatılmalı ama bu anlatılan şey benzetmelerin, güzel biçimli cümlelerin yardımı ile anlatılmamalı ki okuyan insan çok da kafasını yormadan anlatılanı rahatça anlayabilsin.

İlk tavsiye kafiye kullanmamak. Çünkü kafiye kullanmak için cümlelerin karmaşıklaşması gerekebilir ve bu da okuyan insanın daha fazla zihinsel enerji harcamasına sebep olur. Hem zaten kafiye kullanılacak yüzyılda mı yaşıyoruz sanki?

Bazı şeyler var, gördükçe içten içe ağlanan,
Kimi insanlar var, manasız hayatlara bağlanan,
Bazı şanslılar var, her türlü imkan sağlanan,
Asil yürekler var bunları gördükçe dağlanan.

Mesela yukarıdaki dizeler yazılmamalı. Çünkü hem hayatla alakalı bir şeyler anlatmış hem de utanmadan kafiye kullanmış.

Piyasa şairi illa kafiye kullanmak isterse redif kullanır, en kötü ihtimalle sen ve ben kelimelerini sona iterek onlarla kafiye yapar fakat ardı ardına kafiyeli üç dört mısra yazmaz. İstisna olarak nadiren zayıf kafiyeler kullanılabilir. İki önceki yazıda örnek olarak verilen şiirde redifli bir kısım var:

Beli bükülmüş eve döner ırgatlar ve kadınlar
Gece gündüzü kovalar yaşasın diye ağalar

Belki bu kısım şöyle yapılabilirdi:

Beli bükülmüş eve döner ırgatlar ve kadınlar
Yaşasın diye ağalar, gece gündüzü kovalar

Piyasa şairciliği bakımından redifli hali daha güzel ama arada bir böyle kafiyeler kullanılabilir. Zayıf kafiye ile kastettiğim yazılışı aynı eklerin farklı görevlerde kullanılmasıyla elde edilen kafiye çeşidi.

Bunun dışında dikkat çekilmesi gereken bir nokta da şu kesinlikle mantıklı benzetmeler yapmayın. Misalen Yahya Kemal'in Sessiz Gemi isimli şiirinde ölüm çok güzel bir ekilde gemi yolculuğuna benzetilmiştir. Fakat tüm benzetmeler mantıklıdır. Bunun yerine tutarlılığı arka plana atın. Böylece daha çok şiir yazabilirsiniz. Hem de okuyanlar ne neye benzetilmiş düşünmek zorunda kalmazlar, çağrışımlar ile yetinirler.

Bunlardan uzak durmanız büyük ölçüde piyasa şairi olmanıza yetecektir ki zaten piyasa şairiyseniz bunlara isteseniz de pek yaklaşamazsınız.

13 Ağustos 2013

Nasıl Piyasa Şairi Olunur? -3-


Piyasa şairi olabilmek için bir yöntem daha var. Aslında bu tarz şiir yazanlara piyasa şairi demeye dilim pek varmasa da piyasada rağbet görmelerinden dolayı bu sıfatı onlara da yakıştırmak durumunda kalıyorum.

Fakat bu tarz piyasa şiirinin bir önceki yöntemdeki şiirden ve bu tarz şiirin şairlerinin de önceki şiirin şairlerinden bariz farklılıkları var. Ayrıca itiraf etmek gerekir ki bu farklılıklar çoğunlukla olumlu yönde.

Öncelikle bu tarzın şairi samimidir. Diğer piyasa şairinin aksine şiirinde bir şeyler anlatmaya çalışır. Bunun dışında ne kadar şiir sanatı gereği şiirini süslemek durumunda olsa da laf olsun diye süslü kelimeler de kullanmaz. Siyasi olarak iki yüzlü olmak zorunda değildir, kasıntı tavırlara ihtiyacı yoktur. Belki de en çok bu nedenle kadınlar arasında popüler olmaktadır. İtiraf etmeli ki beğenilme kaygısıyla kasıntı tavırlara bürünen genel olarak erkeklerdir, kadınlar bunlara pek ihtiyaç duymazlar, duyanları da zaten genelde şiirle, sanatla pek ilgilenmezler.

Şimdi içinizden o zaman bu tarz piyasa şairi on numara insanmış diyor olabilirsiniz. Belki insanlığına on numara insandır ama şairliği için aynı şeyi söylemek pek mümkün değildir. Bir önceki türün içeriği boşken, bu tarz şairin şiirleri içerik bakımından doludur fakat şekil bakımından eksiktir.

Peki bu tarz şair nasıl olunur? O da pek kolay değil. Muhtemelen bu günkü denemem de çok iyi bir örnek olmayacak ama örnek teşkil etmesi bakımından yine de yazacağım.

Bu tarz şiir için önemli olan baştan güzel bir yazı yazabilmektir ve bu yazı gerçekten bir şeyler anlatmalıdır. Zor olan budur. Yeni bir aşka yelken açmak temalı bir yazı denemesi yapalım:

Yeni bir aşka yelken açmak hayatın akışını birden değiştirmek gibidir. Sanki eski kötü günler hiç yaşanmamış, acı ve dert hiç bilinmemiştir. Her şey unutulur: yolunda gitmeyen işler, biten dostluklar, acı veren hatıralar... Eskiden bin bir türlü şey çağrıştıran bir çok nesne artı sıradanlaşır. 
Her gün inilen durak artık sıradan bir durak olmuştur, eski şarkılar donuklaşmıştır. Çünkü yeni anılara yer lazımdır.

Şimdi bu düz yazının cümlelerini alt alta ara ara bölerek yazalım:

Yeni bir aşka yelken açmak
Hayatın akışını birden değiştirmek gibidir.
Sanki eski kötü günler hiç yaşanmamış,
Acı ve dert hiç bilinmemiştir.
Her şey unutulur:
Yolunda gitmeyen işler, biten dostluklar, acı veren hatıralar...
Eskiden bin bir türlü şey çağrıştıran bir çok nesne artı sıradanlaşır.
Her gün inilen durak artık sıradan bir durak olmuştur,
Eski şarkılar donuklaşmıştır.
Çünkü yeni anılara yer lazımdır.

Şimdi şiiri tekrar gözden geçirelim ve sanatsallığı rahatsız edici derecede bozan mısraları farklı kelimelerle tekrar yazalım. Ara ara da cümle yapılarını değiştirelim, bazı cümleleri devrik yapıya sokalım ve süslü kelimelerle, güzel benzetmelerle süsleme yapabiliyorsak yapalım:

Yeni bir aşka yelken açmak
Bambaşka bir rotaya dümen kırmak gibidir.
Ansızın, meçhul bir hisle,
Beklenmedik bir yola, bilinmedik sulara...
Sanki karanlık günler hiç yaşanmamış,
Hiç bilinmemiştir acı ve dert.
Neler unutulmaz ki?
Sarpa saran işler,
Girdaplı biten dostluklar,
Alev gibi yakan hatıralar...
Sıradanlaşıverir dünya.
Her gün inilen durak bir metal yığını,
Eski şarkılar tatlı birer melodi,
Hiçbir şey anımsatmayan...
Çünkü,
Yeni aşk demek yeni anılar demektir.
Yeni anılar da geniş evleri severler.

Baştan da dediğim gibi bu türde içerik bir şeyler anlatır fakat şekilsel olarak başarılı olmak neredeyse imkansızdır. Muhakkak şiiri daha süslü daha güzel cümlelerle yazmakta benden daha mahir olabilirsiniz. Fakat bunu gözünüzde çok da büyütmeyin. Bu tarzda yazdıktan sonra siz de altı üstü bir piyasa şairisiniz işte.

7 Ağustos 2013

Nasıl Piyasa Şairi Olunur? -2-


Bu yazımızın konusu daha önceden de söylediğim gibi piyasa şairinin dış görünüşü ve siyasi görüşü. Dış görünüşten başlayalım. Aslında birden fazla piyasa şairi tipi mevcut. Misalen fularlı, papyonlu piyasa şairleri de sıkça boy göstermekte. Fakat kendi gözlemlerimle bu tipleri belli bir kalıba oturtamadım. Benim önereceğim kalıp daha sık görülen ve daha kolay içine girilebilen bir model olacak. Genel özelliklerini sıralayalım:

- Piyasa şairi genellikle esmer, kavruk bir tiptedir.
- Piyasa şairinin ekseriyetle hafif dalgalı kömür karası saçları olur. İlerleyen yaşlardaki kırlaşma elbette kabul edilebilirdir.
- Piyasa şairi çoğunlukla koyu renk gömlek ve kumaş pantolon giyer.
- Piyasa şairinin gür bıyıkları olur.

Bunların hepsine birden sahip olmak elbette pek mümkün değil. Mesela ben ne kadar istesem de bir piyasa şairine yakışır derecede bıyık bırakamam. Bir başkası piyasa şairi olmak için fazla beyaz tenli olabilir. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Burada yapılacak olan olabildiğince bu kalıba uymak, belli bir piyasası olan piyasa şairlerini gözlemlemek ve eksiklikleri kapatabilecek alternatif yollar bulmaktır.

Piyasa şairinin siyasi görüşüne gelecek olursak, kendisinin tatlı su solcusu olması gerektiğini daha önceden belirtmiştik. Peki tatlı su solcusu olmak için neler yapılmalıdır?

- Nazım Hikmet şiirleri okunmalı ve sosyal medyada paylaşılmalıdır.
- Ne emek ve mücadele kavramlarını dilden düşürecek kadar sosyal demokrat ne de marjinal olarak algılanacak kadar sosyalist olunmalıdır.
- Gündemle ilgili net yorumlar yapılmalıdır. Bence, zannımca vs. gibi görüşün öznel olduğunu belirten ifadeler yerine kesin hüküm veren cümleler kullanılmalıdır. Sizinkinden daha doğru bir görüş olacak değil ya, şair-i azamsınız ne de olsa!
- Bir de toplumsal düzeni her ne kadar şiirlerinizde eleştirecek de olsanız bir şeyleri düzeltmek için mümkün mertebe eyleme geçmemelisiniz. Eylem zamanlarında sosyal medyadan birkaç dize paylaşmanız kafidir. Böylece hem tepki vermiş olacaksınız hem de marjinal olarak adlandırılmaktan kurtulacaksınız. Hem zaten bir şeyleri düzeltmek için eyleme geçecek kadar adam olsaydınız şiirlerinizde de gerçekten bir şeyler anlatıyor olurdunuz değil mi?

Bu özellikleri de bir şekilde edindikten sonra kariyerinize başlayabilirsiniz. Dikkat ettiyseniz piyasa şairinin bir kadın olabileceğine dair yukarıda hiçbir belirti yok. Ama kesinlikle böyle düşünülmemelidir. Sadece bir kadının piyasa şairi olması daha kolaydır. Bir kadın piyasa şairi olmak isterse yukarıdaki siyasi görüşü elbette edinmelidir ama dış görünüşte erkeğe nazaran daha özgürdür. Ayrıca bir sonraki yazıda daha çok kadınların uyabildiği bir başka tip piyasa şairi tanıtılacak. Şimdilik bir piyasa şiiri örneği daha vererek yazımızı sonlandıralım:

Daha da uzaklara uçtular beyaz kanatlarıyla
Bahçemizdeki güller birer soluktu sanki
Hantal vagonlar kalkar bu sevda garından
Sisli kaldırımlarda akrep yelkovandan hızlı
Beli bükülmüş eve döner ırgatlar ve kadınlar
Gece gündüzü kovalar yaşasın diye ağalar
Yine de güldü çocuklar toz pembe dünyaya
Bilselerdi... Ya da yok yok bilmedikleri iyi...

Gördüğünüz gibi yine kuşlarımızı uçurduk, vagonlarımızı insanlaştırdık, aralara süslü kelimeler serpiştirdik ve toplumsal düzene dil uzattık. Bu seferki şiirde anneyle diyaloğa girmek yerine şiire çocuk aldık ve masumiyet duygusunu şiire böyle katmış olduk.

Yalnız dikkat çeken bir şey var: "Akrep yelkovandan hızlı". Aslına bakarsanız zamanın fark ettirmeden çok hızlı geçtiğine dair güzel bir benzetme. Demek ki neymiş; piyasa şairi de ara ara gerçekten güzel işler yapabilirmiş. Böyle küçük sürprizlere de her zaman hazırlıklı olun.

Bir sonraki yazımızda bir başka tip piyasa şairini tanıtacağız. Şimdilik hoşçakalın.

5 Ağustos 2013

Nasıl Piyasa Şairi Olunur? -1-


Şiir ile ilgili son yazıda edebiyatla ilgili enteresan bir konuya değineceğimizi söylemiştim. Birkaç yazı sürecek bu yazı dizisi piyasa şairi olmanın belli başlı şartlarını açıklayan bir rehber niteliğinde görülebilir.

İlk olarak piyasa şairi kavramıyla neyi kastettiğimizi açıklayalım. Piyasa şairiyle kastedilen günümüz serbest piyasa koşullarında her zaman belirli bir talebi olan, şiirinde anlam bütünlüğü olmayan daha ziyade kelimelerin çağrışımlarıyla bir şeyler ifade etmeye çalışan, tatlı su solcusu şairimsi çeşididir.

Bir piyasa şairinin gelebileceği en üst mertebe düşük bütçeli televizyon kanallarının avam programlarında ahkam kesiciliktir. Bu tip programlara katılan piyasa şairlerinin, gündemle alakalı bir kaç yorum, tespit yaptıktan sonra fon müziği eşliğinde kendi şiirlerinden veya Nazım Hikmet'ten bir şeyler okumak en tipik karakteristiğidir.

Dediğim gibi piyasa şairinin gelebileceği azami nokta burasıdır fakat bu noktaya gerçekten kaliteli işler çıkaranlara göre çok daha kolay gelir. Çünkü toplumun geneli bir şeyler anlamak için düşünmekten ziyade kelimelerde çağrışımlar bulmayı yeğler.

Şimdi piyasa şairi olabilmek için uyulabilecek bir kalıp adım adım verilecektir. Piyasa şairleri bu kalıba uymak için özel bir çaba göstermezler, hatta böyle bir kalıba uyduklarını bile bilmezler, bunu tamamen iç güdüsel olarak yaparlar. Biraz pratikle siz de bu konuda onlar kadar becerikli olabilirsiniz.

İlk mısralarımız için bir şeyler bulalım. Piyasa şiirlerinde sıkça görülen bir şey modern damgası yememiş toplu taşıma araçlarını veya bunlarla ilişkili varlıkları şiirin içine katıp bunları kişileştirmektir. Bu varlıklar kabaca vapur, tren, tramvay, gar, istasyon, iskele olabilir. Hemen ilk mısramızı yazalım:

Hüzünlerin arasında bir yorgun tramvay

Kafiye, ölçü, anlam gibi kavramlarla kafanızı yormayın. Başta da dediğim gibi önemli olan çağrışımlar yapacak kelimeler bulmak. Hatta bunları yan yana koyup bir cümle oluşturmasanız bile olur.

Hüzünlerin arasında bir yorgun tramvay
Viyadükler, kadran ve sen...

Şimdi gördüğünüz üzere ikinci mısramızda hem süslü hem de çağrışım yapan kelimeler var. Misalen viyadük hem mesafeyi hem de biraz modern toplumu çağrıştırmakta, kadran da zamanı, "sen" zaten her zaman bir şeyler çağrıştırır. Mesela viyadükler yerine patikalar demiş olsaydık bu sefer doğa, köy hayatı gibi şeyler çağrıştırmış olacaktık. Viyadükler diyerek ise bir nevi öykünmesizce şehir hayatına eleştirel bir yaklaşımda bulunduk adeta. Hey yavrum hey! Bir sonraki adım olarak kuş uçurtabiliriz. Birçok piyasa şiirinde kuşlar uçar ve arkasında hüzün, keder, yalnızlık gibi kötü duygular uyandırır. Burada kuşun türü de belirtilebilir ama biraz masumane bir kuş olmalıdır bu. Kırlangıç, güvercin, serçe, martı ilk akla gelenler. Çok özel bir nedeni olmadıkça kartal, şahin, albatros falan filan kullanmayın.

Hüzünlerin arasında bir yorgun tramvay
Viyadükler, kadran ve sen...
Kuşlar da uçup terk ettiler şehri
Arkalarında bir balya ıssızlık bıraktıklarını bilmeden

Balya kelimesini kullanarak köy hayatına olan özleme selam çaktığım da gözlerden kaçmasın. Konumuza dönecek olursak piyasa şairi başta da dediğim gibi tatlı su solcusu olmalıdır ve piyasa şairliğine başlamadan önce Nazım Hikmet'ten paylaşımlar yapmış olmalıdır. Bin önceki yazımdaki paylaşımıma da burada selam etmek isterim. Fakat biraz daha siyasi yönü ağır basan şiirlerin paylaşılması daha yerinde olacaktır. "Akrep Gibisin Kardeşim" uygun bir paylaşım olacaktır mesela. Bunları yaptıysak artık toplumsal düzeni eleştirebiliriz:

Hüzünlerin arasında bir yorgun tramvay
Viyadükler, kadran ve sen...
Kuşlar da uçup terk ettiler şehri
Arkalarında bir balya ıssızlık bıraktıklarını bilmeden
Elleri emek kokan insanlar suskun

Ama toplumsal düzeni eleştirir eleştirmez anneyle diyaloğa girilmeli ve anne teselli edici bir rol oynamalıdır:

Hüzünlerin arasında bir yorgun tramvay
Viyadükler, kadran ve sen...
Kuşlar da uçup terk ettiler şehri
Arkalarında bir balya ıssızlık bıraktıklarını bilmeden
Elleri emek kokan insanlar suskun
Ne yapalım dedi annem böyledir dünya

Sonrasında yine çağrışımlar yapan anlamsız kelimeler yığınıyla şiir sonlandırılabilir:

Hüzünlerin arasında bir yorgun tramvay
Viyadükler, kadran ve sen...
Kuşlar da uçup terk ettiler şehri
Arkalarında bir balya ıssızlık bıraktıklarını bilmeden
Elleri emek kokan insanlar suskun
Ne yapalım dedi annem böyledir dünya
Çiçek tarhlarında görülmeye değer tılsımlar
Sensizlik bir beddua, sen bir büyü
Suya batmış karanfiller fırtınadan uzak
Umut, emek, iskambil, hüsran

İsteyen zaten son kısımlardan da bir şeyler çıkaracaktır. Misalen benim ilk aklıma gelen son mısradaki iskambil kelimesinin çağrışımı oldu. İskambil falı, fal da belirsizliği çağrıştırdı. O zaman son mısradan gayet emekçi insanların belirsizlikler içinde umutlu olduğu ama sonun hep hüsran olduğu çıkarılabilir. Dediğim gibi bir şeyler çıkarmak isteyen çıkarır zaten.

Bir sonraki yazıda piyasa şairinin dış görünüşü ve siyasi görüşünü işleyip bir örnek şiir daha göreceğiz. Şimdilik esen kalın.

2 Ağustos 2013

Sen - Nazım Hikmet Ran

En güzel günlerimin
Üç mel'un adamı var:
Ben sokakta rastlasam bile tanımayım diye
En güzel günlerimin bu üç mel'un adamını
Yer yer tırnaklarımla kazıdım
Hatıralarımın camını.
En güzel günlerimin
Üç mel'un adamı var:
Biri sensin,
Biri o,
Biri ötekisi.
Düşmanımdır ikisi.
Sana gelince...
Yazıyorsun.
Okuyorum.
Kanlı bıçaklı düşmanım bile olsa,
İnsanın
Bu rütbe alçalabilmesinden korkuyorum..
Ne yazık!
Ne kadar
Beraber geçmiş günlerimiz var;
Senin
Ve benim
En güzel günlerimiz.
Kalbimin kanıyla götüreceğim
Ebediyete
Ben o günleri.
Sana gelince, sen o günleri
Kendi oğluyla yatan,
Kızlarının körpe etini satan
Bir ana gibi satıyorsun!
Satıyorsun:
Günde on kaat,
Bir çift rugan pabuç,
Sıcak bir döşek
Ve üç yüz papellik rahat
İçin.
En güzel günlerimin
Üç mel'un adamı var:
Biri sensin,
Biri o,
Biri ötekisi...
Kanlı bıçaklı düşmanımdır ikisi.
Sana gelince...
Ne ben Sezar'ım,
Ne de sen Brütüs'sün.
Ne ben sana kızarım
Ne de zatın zahmet edip bana küssün.
Artık seninle biz,
Düşman bile değiliz.

Nazım Hikmet'in yukarıdaki şiiri bir insanı sevmenin karşıtının ondan nefret etmek değil onu umursamamak olduğunu anlatan güzel bir eserdir. Gerçekten de böyledir. Nefret genelde engelden dolayı oluşur, bir insanın sevdiği insanın bütün her şeyi berbat etmesi, eski güzel günler veya yaşanmamış hayallerin önüne engel çekmesi nefretin genel sebebidir. Ne zaman ki insan bir başka insana karşı hiçbir şey hissetmez, onu artık düşmanı olarak bile görmez o zaman içindeki son sevgi kırıntısı da yok olmuş demektir.

Nazım Hikmet'in bu şiiri çocukluk arkadaşı olan fakat sonradan aralarına uzun yıllar süren küslük giren Va Nu diye bilinen Vala Nurettin için yazdığı söylenir. Fakat şiir bir çok kişide aşkı ve eski sevgiliyi çağrıştırmaktadır -ki sözlerine bakıldığında çağrıştırmayacak gibi de değildir.

Benim bu şiiri paylaşmamdaki sebep ise bambaşka. Kısa süre içinde, muhtemelen yarın, şiir ve şairlikle ilgili ilginç bir konuya değinen enteresan bir yazı dizisine başlaycağım. Bu şiiri o yazılar için bir ön hazırlık olarak düşünebiliriz. Sebebini de bir sonraki şiir yazısında açıklayacağım. Şimdilik hoşçakalın.

"Maaş, Yıldız, Burun" Yasak


Atlas Tarih Dergisi'nin 2. sayısındaki bir kısmın usta ortaoyuncu İsmail Dümbüllü'ye ayrıldığından bahsetmiştim. Bu yazıya ek olarak bazı ünlü ortaoyuncular hakkında da bilgi verilmiş. Bunlardan ilgi çekici bulduğum Abdürrezzak Efendi hakkındaki hikayeyi dergiden aynen alıntılıyorum:

"Ortaoyunu, sansürüyle ünlü Abdülhamid döneminde en tehlikeli mesleklerden biriydi. Sahnede, sanatçının ağzından kaçacak bir kelime, sanat hayatını bitirmeye yeterdi. Bu konudaki en ünlü hikayelerden biri de Abdürrezzak Efendi'nin başından geçenlerdi.

Abdürrezzak (Abdi) Efendi, Abdülhamid devrinin en ünlü oyuncularından biriydi. Binbaşı rütbesine sahipti ve ayda bir kez padişahın ve sultanlarının huzurunda oyun sergilemekteydi. O dönemde Abdülhamid'i bu sıklıkta görmek herkese nasip olmuyordu.

Saray mızıkacıları sultanın pek sevdiğini bildikleri Abdürrezzak Efendi'den huzurda iken maaşlarını hatırlatmasını rica ederler. Abdi Efendi de mızıkacılardan dar bir çizme ister, planını hazırlar. Huzurda ayağında çizme oyununu oynarken bir ara çizmeyi çıkarmaya yeltenir. Dener ama çıkaramaz ve lafını patlatır: "Amma inatçı çizmeye tesadüf ettik, umumi maaş gibi senede bir defa mı çıkacaksın ayağımdan a mübarek?" Maalesef işler umduğu gibi gitmez, Sultan Abdülhamid çok sinirlenir, Abdürrezzak'ı huzurdan çıkartıp, "Bundan sonra hiçbir yerde oynamayacak" emrini verir.

Ancak Abdürrezzak'ın büyük hayranı olan hanım sultanlar bir zamandan sonra Abdülhamid'den oyuncuyu affetmesini ve sarayda tekrar oyun oynamasına izin verilmesini rica ederler. Sultan da bunun üzerine harem ağasına: "Abdi'yi bul onu affettim. Ama oyunda 'maaş, Yıldız (Abdülhamid'in sarayı), sultanım, burun(Abdülhamid uzun burnuyla tanınırdı)' kelimelerini söylemeyecek. Başka ne isterse söylesin" der.

Haremağası Abdi'ye gider. Ancak Abdürrezzak da "Abdi kulunuz eteklerinizden öpüyor, efendimizin niyeti oyun oynatmaksa çağırsın hemen geleyim. Yok niyeti oyun oynatmak değil de mevlüt okutmaksa Karagümrük'te oturan Hafız Sami'ye git" der.

1 Ağustos 2013

Dümbüllü'nün Kavuğu


Ortaoyunu geleneğinin son temsilcilerinden en büyüğü şüphesiz İsmail Dümbüllü. Osmanlı'nın son döneminde Halife Abdülmecid'in karşısında da 60'larda Süleyman Demirel'in karşısında da sahne almış olan İsmail Dümbüllü'yü çoğumuz pek tanımasak da "kavuk" söz konusu olduğunda ara ara ismini duyuyoruz. İsmail Dümbüllü Atlas Tarih dergisinin 2. sayısında anlatılmış, bu yazıyı yazmaya da o yazıyı okuduktan sonra karar verdim. Bu nedenle yazıyı Popüler Tarih - Dergi kategorisine koyuyorum ama yazıda işlenecek olan kavuk meselesini dergiyi değil internet üzerinde kendi yaptığım araştırmayı referans alarak işleyeceğim.

İsmail Dümbüllü'nün kavuğu bir nevi dönemin ustasının kim olduğunun sembolüdür. Fakat etrafta dolanan birçok kavuk efsanesi var. Hikayemize en çok kabul gören kavuk olan Ferhan Şensoy'un kavuğu ile başlayalım.

İsmail Dümbüllü kendisinden sonra ortaoyunu geleneğini sürdürecek olduğuna inandığı bir isim aramaktadır. Bir gün Kanlı Nigar oyununu seyrederken başrolde oynayan Münir Özkul'u beğenir ve kavuğunu ona verir. Kavuk Dümbüllü'ye de ustası Kel Hasan'dan kalmıştır. İsmail Dümbüllü ile Münir Özkul arasındaki devir teslimi belgeleyen bir fotoğraf da mevcuttur. Daha sonra Münir Özkul da kavuğu Ferhan Şensoy'a vermiştir. Bu devir teslimi belgeleyen bir fotoğraf da mevcuttur. Belki de her iki devir teslimi de belgeleyen fotoğraflar olduğundan Dümbüllü'nün kavuğu denince genellikle Ferhan Şensoy'daki kavuk bilinmektedir. Tiyatronun yeni üstadını belirleyecek kavuk devir teslimi de Ferhan Şensoy'dan beklenmektedir.

Atlas Tarih dergisinin İsmail Dümbüllü'nün damadı Mete Çıngay'a -dergide yanlışlıkla Çintay yazılmıştır.- dayandırdığı bir iddiaya göre ise İsmail Dümbüllü Kel Hasan'ın kendisine verdiği kavuğu kimseye vermemiştir. Münir Özkul'a verilen başlık bir festir. İsmail Dümbüllü kendine çırak olarak gördüğü için Münir Özkul'a bu fesi vermiştir. Dümbüllü'nin kızı İpek Çıngay da babasının kavuğunun bir banka kasasında olduğunu söylemektedir. Yine İpek Çıngay'ın iddiasına göre Münir Özkul'a fesin verilmesinden sonra olan Dümbüllü'nün cenazesinde kavuk da sergilenmiştir. Bu da Münir Özkul'daki başlığın kavuk olmadığını belgelemektedir.

Tiyatro sanatçısı Rauf Altıntak da kavuğun kendisinde olduğunu iddia etmektedir. Onun iddiasına göre İsmail Dümbüllü Kel Hasan'ın kendisine verdiği kavukla oynayınca saygısızlık yapmış gibi hisseder ve kavuğu Behzat Budak'a verir. Behzat Budak'ın Hazım Bey'e, Hazım Bey'in de Vasfi Rıza Bey'e verdiği kavuğun son durağı Rauf Altıntak'tır.

İddialar bununla da sınırlı değildir. Mehmet Esen de kendinde de bir takke olduğunu iddia etmektedir. Onun iddiasına göre ise Ferhan Şensoy'daki fesin bir benzeri de kendinde vardır. Bu iki takke de asıl kavuk değildir. Bu iddiaya göre İsmail Dümbüllü hem Münir Özkul'a hem de Erkan Yücel'e birer takke vermiştir. Münir Özkul takkesini Ferhan Şensoy'a verirken Erkan Yücel'deki takke Mehmet Esen'e geçmiştir.

Bununla da bitmedi. Mejdat Gezen'de de bir başlık bulunmaktadır. Müjdat Gezen'in söylediklerine göre İsmail Dümbüllü ortaoyunu oynarken kavuk, tuluat oynarken ise fes giymektedir. Bu iki nesne de sonradan Münir Özkul'a geçer. Münir Özkul kavuğu Ferhan Şensoy'a fesi ise Müjdat Gezen'e vermiştir.

Biraz karmaşık bir başka kavuk hikayesinin baş rolünde ise Nejat Uygur vardır. Bazı gazetelerde yer alan birtakım haberlere göre 2007 yılında bir törenle Dümbüllü'nün kavuğu Nejat Uygur'a verilmiştir. Fakat bu kavuğun nereden geldiği hakkında iz sürmem pek mümkün olmadı. Nejat Uygur'un  "Bu sahne kapanabilir, perdeler inebilir. Ama ben bu perde kapandığında, sizin sıkıntılarınızı da alıp götüreceğim." sözünü de söylediği törende takılan kavuk çok büyük ihtimalle sembolik bir kavuktur. Çünkü Nejat Uygur'a daha önce Bilecik'te ve Kadıköy'de de Dümbüllü'nün kavuğunun takıldığına dair haberler var. 2007'deki kavuk töreni hakkındaki ilgili haberlerde "Tartışma son buldu, Dümbüllü'nün kavuğu Nejat Uygur'a geçti" şeklinde iddialı ifadeler yer alması insanın kafasını karıştırsa da Nejat Uygur'un Kadıköy'deki törenden sonra söyledikleri bu kavukların sembolik olduğunu büyük oranda kanıtlamaktadır. Uygur bu törenden sonra kavuk hakkında şöyle konuşmuştur: “Biraz da bizi atışa getirdiler. Aslında Ferhan Şensoy’u çok severim. Kavuğun sahibi Ferhan da olabilir başkası da. Ama bir keresinde İsmail Dümbüllü benim Ayar Hamza adlı oyunumu izlemeye gelmişti. Oyun sonunda "Nejat, eğer seni Münir’den önce seyretseydim kavuğu sana verirdim" dedi. Bu olayı Dümbüllü’nün kızları, torunları da bilir.”

Kavuk nerededir, kimindir tartışması daha uzun yıllar sürecek gibi. Şimdilik medayada en itibar gören kavuk Ferhan Şensoy'daki. Bakalım ilerleyen yıllarda kavukla ilgili neler olacak?

25 Temmuz 2013

19. Tümen


Osmanlı ordusunda 19. Tümen 1. Dünya Savaşı yıllarında kurulmuştur. Yarbay Mustafa Kemal (Atatürk) komutasındaki tümen Çanakkale'de Arıburnu'na çıkan düşman birliklerini durdurarak büyük bir başarıya imza atmıştır.

Daha sonra 19. Tümen 15. Kolordu bünyesinde Galiçya Cephesi'ne gönderilir. Enver Paşa 1. Dünya Savaşı'nın kaderini bu cephenin çizeceğine inanmaktadır. Albay Şefik (Aker) komutasında başarılı çatışmalar çıkaran 19. Tümen daha sonra Filistin Cephesi'ne kaydırılır.

Atlas Tarih dergisinin Ağustos 2010 tarihli 2. sayısı Kudüs'teki savaşı işlediği konuda bu tümene de değinmiştir. Tümenin Kudüs'teki hikayesini dergiden de yararlanarak anlatalım:

1917'nin 7 Aralık ve 8 Aralık günlerini birbirine bağlayan gecede İngiliz birlikleri taarruz için hazırlanmaktadır. Şehri 20. Kolordu ile savunacak olan General Ali Fuat (Cebesoy) ise Yıldırım Ordular Grubu komutanı Erich von Falkenhayn ile sorunlar yaşamaktadır. Erich von Falkenhayn dini ve tarihi değeri büyük olan Kudüs'ün tahrip olmaması için şehri savunmaya pek de gönüllü değildir. Ali Fuat Paşa'nın takviye isteklerine olumlu yaklaşılmaz.

İngiliz taarruzu sisli geçede bir baskın şeklinde cereyan eder. Saat 03.30 sularında Albay Fahrettin (Altay) piyade ateşleri ve bomba sesleri geldiğini işiterek durumu 20. Kolordu kurmay başkanına bildirir. Fakat düşman baskını başarılı olmuştur. General Ali Fuat ileri mevzilerin düştüğünü görerek emrindeki birliklere geri çekilme emri verir. .

Sonrasında 8 Aralık günü sıcak çatışmalarla geçer. İletişim kopuklukları nedeniyle düşmanla temas etmeyen birlikler gerekli noktalara gönderilemez ve durum düzeltilemez. Saat 17.00 gibi von Falkenhayn 7. Ordu komutanı General Fevzi (Çakmak)'yi telefona çağırır ve Ali Fuat Paşa'nın cesaretini kaybettiğini söyler. Fevzi Paşa da 20. Kolorduya geri çekilme emri verir.

Sonrasında von Falkenhayn Kudüs'ü geri almak için bir karşı saldırı planlar. Avusturya ordusu levazım ambarları tarafından donatıldığı için techizat olarak diğer birliklerden çok daha iyi durumda olan ve önceki savaşlardan tecrübeli 19. Tümen bu saldırının bel kemiğini oluşturacaktır. Saldırı baskın şeklinde planlanmıştır ama İngilizler saldırıyı hazır bir şekilde karşılar. Diğer birlikler oyalamaya yönelik saldırıları yaparken Albay Sedat (Doğruer) komutasındaki 19. Tümen var gücüyle düşman birliklerine saldırır. İngiliz birlikleri Osmanlı ordusunu zorlukla da olsa durdurur ve Osmanlı birlikleri geri çekilmek zorunda kalır. Bu saldırı 19. Tümene 500 kadar askere mal olur.

Atlas Tarih dergisinde Erich von Falkenhayn'ın Filistin Cephesi'ne Almanya'da yıldızı sönmüş bir komutan olarak gönderildiği söylenmektedir. Fakat bu ifadenin doğruluğundan ben kendi adıma çok da emin değilim. Erich von Falkenayn'ın önemli bir mevkideyken Fransızlar'a karşı bir taarruzda taktiksel hata yaptığı -ki hatasına rağmen Fransızlar Almanlar'a göre daha fazla kayıp vermiştir- ve bu nedenle daha ehemmiyetsiz cephelere gönderildiği doğrudur. Fakat bu olaydan sonra, Filistin Cephesi'ne gönderilmeden önce von Falkenayn Romanya'ya ve müttefiki Ruslar'a karşı fevkalade başarılı bir harekat gerçekleştirmiştir.

Dergide bunun dışında von Falkenayn'ın harekatın başarısız olacağını bile bile sadece sivilini düzeltmek adına Kudüs'e karşı saldırı düzenlediği de söylenmektedir. Fakat buna rağmen Filistin Cephesi'nde von Falkenayn'ın sayıca ve donanımca rakibine göre zayıf durumda bulunan Osmanlı birlikleriyle düşmanına kendisinden daha fazla kayıp verdirdiği de bir gerçektir. Erich von Falkenayn'ın başarılı veya başarısız bir asker olduğu tartışmaya açıktır. Fakat dergide belirtildiği üzere kesin bir hükümle başarısız olarak nitelendirmek kanaatimce çok da doğru değil.

Son bir not olarak Çanakkale'ye gidenleriniz oradaki 57. Alay Anıtı'nı da görmüşlerdir. Anıtın yanında şehitliği de bulunan bu alay da Çanakkale Cephesi'nde 19. Tümen'e bağlıydı.


17 Temmuz 2013

İstanbul'un Cellat Mezarlığı


Osmanlı dönemindeki mesleklerden birisi de cellatlıktı. Bu kimseler yardımcılarıyla birlikte hem idam cezalarının infazlarını gerçekleştirirler hem de önemli bir devlet adamı İstanbul dışında öldürüldüğünde, bunu kanıtlamak için cesetlerin kellelerini kesip padişaha getirirlerdi. Yaptıkları iş birçoğumuza ürpertici geliyor. Peki halk cellatlara ne gözle bakardı? Cellatlar öldüklerinde nereye gömülürlerdi? Atlas Tarih dergisinin Haziran 2010 tarihli ilk sayısında bu konularda birkaç kelam var. Oradaki kısa bir yazıyı aynen alıntılıyorum:

"Halk arasında nursuz, sevilmeyen kimseler olan cellatlar her devirde korkulan ve çekinilen bir zümreydi. Osmanlı tarihinin gelmiş geçmiş en meşhur celladı hiç şüphesiz Kara Ali'ydi. Yardımcılarıyla birlikte yüzlerce can almış olan Kara Ali, kendisiyle aynı dönemde yaşamış olan ünlü Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sinin İstanbul bahsinde şu satırlarla konu edilmişti: 'Bu kolun (yani cellatların) üstadı kamili Kara Ali'dir ki pazularını sıyırıp, tigi ateştabını (kılıcını) kemerine bendedip sair işkence aletlerini kemerine asıp el ve ayak kıracak baltaları iki yanına tıkıştırıp, sair yamakları dahi aletleriyle kemerlerini süsleyip yalın kılıç merdane cümbüş ederek geçerler ki neuzübillah hiçbirinin çehresinde nur kalmamış zehir ademlerdir.'

Cellatlar öldüklerinde bile halk tarafından istenmemiş olacaklar ki Eyüpsultan sırtlarındaki Gümüşsuyu mevkii civarındaki özel cellat mezarlığına defnedilirlerdi. Cellatların mezarlarının başına yazısız, küfeki boylu ve iri bir taş dikilir, bu taşlarda hangi mezarda kimin yattığına dair bir kayıt bulunmazdı. Cellat mezarlarının bir diğer özelliği de hayatları boyunca can alarak yüzlerine çalınan görünmez karanın öldükten sonra mezar taşlarına yansımasıydı: Cellat mezarları, diğer Türk mezarlarının aksine türlü renkte ve altınla boyanarak süslenmez, taşın kendi doğal renginde de bırakılmaz, baştan aşağıya siyaha boyanır; siyah boya soldukça tazelenirdi."

Bahsedilen yerdeki mezarlık bugün söylendiği yerde bulunmamaktadır. Mezarlıktan geriye sadece birkaç taş kalmıştır. Onlar da boyası tazelenmediği için siyah renkte değildir.

16 Temmuz 2013

Hz. İsa'ya Saplanan Mızrak


İslam inancına göre Hz. İsa çarmıha gerilmemiştir. Çarmıha gerilen Hz. İsa'ya benzeyen veya benzetilen bir başkasıdır. Allah Hz. İsa'yı daha öncesinden göklere çıkarmıştır.

Hristiyan inancına göre ise Hz. İsa çarmıhta öldürülmüştür. Yuhanna İncili Hz. İsa'nın öldürülüşünde bir mızraktan bahseder. Bu mızrağın öyküsü Katolik inancına göre kutsal metin sayılmayan Nikodemos İncili'nde geçmektedir.

Atlas Tarih dergisi Haziran 2010'da çıkardığı ilk sayısında bu konuyu ele almıştır. Orayı kaynak olarak kullanarak bu mızrağın hikayesine bakalım.

Efsaneye göre Hz. İsa'ya mızrak darbesini vuran Longinus ismindeki kör bir askerdir. Mızrak darbesinden sonra fışkıran kanın yüzüne gelmesiyle gözleri açılan Longinus oracıkta hemen Hristiyan olur ve şehit edilerek azizler listesine girer.

Daha sonra adı pek geçmeyen mızrak bir rivayete göre 6. yüzyılda Persler'den alınarak İstanbul'a getirilir. Persler de mızrağı Kudüs'ü işgal ettiklerinde almışlardır. 1204'teki Haçlı Seferi'nin Bizans'ı da hedef almasının ardından kurulan Latin İmparatorluğu'nun başı II. Bauodin mızrağı IX. Louis'ye satar. Fransa kralının kutsal emanetler için inşa ettirdiği Sainte-Chapelle'de korunan mızrak Fransız İhtilali'nin ardından Milli Kütüphane'ye nakledilir. Daha sonraları ise mızraktan haber alınamaz.

Gel gelelim bu Hz. İsa'yı öldüren mızrak olduğu iddia edilen tek mızrak değildir. Haçlı Seferleri esnasında Antakya Hristiyanlar tarafından ele geçirilir. Fakat Atabey Kerboğa ordusuyla kenti kuşatır. Haçlılar açlık ve bitkinlikten teslim olma noktasındadır. Takvimler 1098 yılını göstermektedir. Bu esnada Toulouse Kontu'nun ordusuna mensup bir keşiş olan Pierre Barthelemy bir rüya görür. Bu rüyadan yola çıkarak şehirdeki katedralin döşeme taşlarını kaldırtarak mızrağı bulur. Fakat birçok kişi asıl mızrağı İstanbul'da görmüştür. Bu nedenle gerçekliği sorgulanmaktadır. Yine de Haçlı Ordusu şevke gelerek Selçuklular'ı püskürtür. Ama bir türlü şüpheler ortadan kaybolmaz. Askerler olanların orduyu şevke getirmek için düzenlenen bir kurmacadan ibaret olduğunu iddia ederler. Keşiş Barthelemy ateşle imtihanı kabul eder ve elinde mızrakla 1099 yılının Nisan ayında ateşin içinden geçer. Ağır yanıklarla kurtulunca mızrağın kutsal olduğuna inanılsa da keşişin çok geçmeden ölmesi mızrağın kutsal olmadığı inancını doğurur.

Bir başka mızrak da Bizans hazinesinden Osmanlı'ya geçmiştir. Bu mızrağın Antakya'daki mızrak mı yoksa başka bir mızrak mı olduğu bilinmez. Sultan Cem Avrupa'ya sığındığı vakit Papa işin içine Sultan Cem'i de karıştırarak bir Haçlı Seferi tertip etme düşüncesindedir. Sultan Cem Osmanlı içinde karışıklık çıkarabilecek nitelikte bir isimdir. Aklı Hristiyan olup böyle bir sefere katılmaya yatmasa bile Sultan Cem'in Avrupa'nın elinde bulunması Osmanlı için bir tehdittir. Bu nedenle II. Bayezid Papa'nın gönlünü hoş tutmak için bu mızrağı ona hediye eder. Bu mızrak bugün San Pietro Katedrali'nin ana kubbesini taşıyan dört ana sütunun birinin içindedir.

Gerçek olduğu iddia edilen bir başka ünlü mızrak ise Avusturya'da sergilenmektedir. Gel gelelim İzmir'deki Katolik cemaati bile gerçek mızrağın kendi ellerinde olduğunu iddia etmektedir. Bu nedenle gerçek mızrağın var olup olmadığı ve nerede olduğu tam bir muammadır.

İlginç bir başka hikaye de Hitler'in de mızrağa ilgi göstermesidir. Onun inanışına göre mızrağı vuran kişi Cermen kökenlidir ve genç bir Yahudi hahamının böğrünü delmekle pek hayırlı bir iş yapmıştır. Bu nedenle II. Dünya Savaşı sırasında Hitler Avusturya'daki mızrağa el koymuştur.


15 Temmuz 2013

Puslu Kıtalar Atlası - İhsan Oktay Anar


İhsan Oktay Anar'ın Puslu Kıtalar Atlası İTÜ öğrencilerince çok bilinen bir kitaptır. Çünkü Türkçe derslerinde genelde ödev olarak okutulmaktadır. İyi ki de okutulmaktadır çünkü kitabın ilk cümlelerini okuyan bir kişi eski kelimelerden sıkılıp kitabı hemen elinden bırakabilir fakat ödev, yani zorunlu olması öğrenciyi kitabı okumaya itmektedir. Kitabın ilk cümlelerinden sonrası ise su gibi akmakta ve okuyana büyük keyif vermektedir.

Puslu Kıtalar Atlası varlık felsefesi üzerine kurulu, onlarca küçük hikayenin temel bir öykü akışına ustalıkla bağlandığı fevkalade bir kitap. Okurken hem az çok eski Osmanlı İstanbul'unu tanıyacak hem kurgusal müthiş mesleklere, nesnelere tanık olacak hem de felsefi sorularla haşır neşir olacaksınız.

Kitap teknik olarak bir kaç hatalı bilgi barındırıyor gibi görünse de -misalen merkezkaç kuvvetinin ağırlığı ortadan kaldıracağı fikri bana pek doğru gelmedi- Otto von Güricke'nin Magdeburg deneyleri gibi enteresan konulara da değiniyor.

Hem hoşça vakit geçirmek hem de kitaptan bir şeyler kazanmak isteyenlere önerilebilecek şahane bir kitap İhsan Oktay Anar'ın bu kitabı.

12 Temmuz 2013

Yıkılamayan İmparatorluk Futbol - Serhat Hürkan


Türk literatüründeki futbol hakkında çıkarılmış ender detaylı kitaplardan birisi Yıkılamayan İmparatorluk Futbol. Özellikle Osmanlı'nın son zamanları ile cumhuriyetin başlarındaki Türk futbolu hakkında aydınlatıcı bir kitap. Kitabı okuduğunuzda günümüzün köklü kulüplerinin geçmişlerini ve kaybolup giden kuyruklu yıldızları görebilirsiniz.

Kitap dünya futbolu hakkında da ilginç bilgiler barındırıyor. Avrupa'dan da Güney Amerika'dan da ilginç detaylar barındırıyor. Fakat dünya futbolu kısmı çok da araştırılmadan yazılmış izlenimi veriyor. Mesela kitap Hırvatistan futbolundan bahsederken Dinamo Zagreb - Croatia Zagreb çekişmesinin en önemli rekabet olduğunu söylüyor. Gel gelelim bu iki isim aynı kulübün farklı zamanlarda kullandığı iki farklı ad. Yugoslavya'nın dağılmasından sonra Hırvatistan'ın Avrupa kupalarına sıklıkla katılması muhtemel takımı Dinamo Zagreb yeni kurulan ülkeyi dünyaya tanıtmak için ismini Croatia Zagreb olarak değiştirir (Arada kısa süreli bir isim değişikliği daha vardır, fakat anılması çok gerekli değil.). Fakat kulüp taraftarları tarafından bu isim pek de benimsenmez. Bunun üzerine 2000 yılında kulüp ismini tekrar Dinamo Zagreb'e çevirir. Futbol hakkında bir kitap yazılıyorsa ve bu kitap Hırvatistan futbolundan da söz etmeye kalkışıyorsa en azından bu kadarı araştırılmalıydı diye düşünmeden edemiyor insan.

Her şeye rağmen kitap Türk ve dünya futbolu hakkında kabaca genel kültür edinmek için okunabilir.

Kristof Kolomb'un Coğrafya Bilgisi


Bilindiği gibi Kristof Kolomb Amerika kıtasını keşfederek yeni dünyanın kapılarını açan kaşif. Peki bu kaşifin coğrafya bilgisi ne alemdeydi? Kristof Kolomb'un doğru bildiği yanlışlar hakkında National Geographic dergisi bir yazı yayınlamış ve bu yazıyı Atlas Dergisi Mayıs 1993 tarihli 2. sayısında alıntılamış. Ben de oradan sizlere aktarıyorum:

"- Ekvator'un çevresinin uzunluğunu şimdikinden yüzde 25 daha fazla zannediyordu. Ekvator'un uzunluğu 40.000 km'den biraz fazladır.

- Dünyamızım çoğu suyla kaplı olduğu halde Kolomb'un dünyasının altı parçası kuru, sadece bir parçası suydu.

- Orta Amerika'yı Güneydoğu Asya'da kabul ettiğinden Pasifik Okyanusu'nu haritaya koymuyordu. Atlantik Okyanusu'nu Çin Denizi'nden ayırıyordu.

- Küba'yı Çin'in bir parçası zannediyor, günümüzde Haiti ve Dominik Cumhuriyeti'nin üzerinde bulunduğu Hispanola adasını Marco Polo'nun Japonya'ya verdiği isim olan Cipangu diye adlandırıyordu."

11 Temmuz 2013

Perlmutter Ailesi - Panait Istrati


Romanyalı bir Yahudi ailesinin fertlerini anlatan Perlmutter Ailesi herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği karakterleri işleyen bir yapıt. İyi bir gelecek için çabalayıp da yalnızlığa mahkum olan, sevdiği için her şeyini feda edip sonrasında elleri bomboş kalan, haksızlıklara karşı çıktığı için sürgünlerden başı kurtulmayan insanlar herkese kendisinden bir şeyler çağrıştıracak.

"Köstence, Romanya'nın küçük bir İstanbul'udur.Ovidius'un sığındığı bu topraklar üzerine uzanmış olan bu şehrin, o mutsuz Latin ozanının adını taşıyan bir alanındaki düşünceli heykeli Romanyalıların yüreklerini Latin ırkından gelmenin büyük gururuyla çarptırır. Türkler, Yahudiler, Bulgarlar, Ermeniler, Rumlar, Tatarlar burada omuz omuza yaşar, her türlü alışverişte bulunur ve Rumen kulaklarına Yakın Doğu'nun bütün dillerini duyururlar."

Moğollar'ın Gizli Tarihi


Moğollar'ın Gizli Tarihi üç kuşak boyunca Moğol tarihini anlatan ve şans eseri günümüze ulaşabilmiş eski bir kitaptır. Hikayesini Atlas dergisinin Mayıs 1993 tarihli 2. sayısını kaynak olarak kullanarak anlatıyorum:

Cengiz Han'ın ölümünden 13 yıl sonra bir kurultay toplanır. Yakın zamanda öleceğini hisseden Cengiz'in halefi Ögeday bu kurultayda icraatları hakkında bir kitap yazılmasını emreder. Böylece Cengiz Han'ın doğumundan itibaren üç kuşak boyunca Moğol tarihini anlatan kitap yazılır. Yazarı bilinmeyen bu kitap imparatorluk ailesine tahsis edilir ve arşive kaldırılır.

13. yüzyılın ikinci yarısında Moğollar'ın Kubilay Han komutasındaki kolu Çin'i topraklarına katar. Bu dönemde Kubilay Han'ın emriyle Çinli baskı ustaları Çin harflerini kullanarak fakat Moğol dilinde bir Moğol tarihi yayınlarlar. Bu kitap muhtemelen 1240 yılında yazılan gizli tarihin bir kopyasıdır.

Daha sonra iktidarı geri alan Çinliler arşivlerdeki tüm Moğolca eserleri imha ederler. Fakat Çin harfleri kullanılarak yazılan bu kitap gözden kaçar. Bu sayede yok olmaktan kurtulan kitap 700 yıl kadar Çin arşivlerinde kaldıktan sonra gün yüzüne çıkar.

10 Temmuz 2013

Lanetli İkona - Bill Napier


Londralı antika kitap satıcısı Harry Blake'e gelen bir iş teklifi sonrası gelişen olayları anlatan kitap Dan Brown kitaplarının atmosferini yaşatacak başka kitaplar arayanların ilgisini çekebilir. Kitapta birbiri arasında yüzlerce yıl olan iki hikaye işleniyor, takvimlerle alakalı ilginç ayrıntılar aktarılıyor ve sık sık Türkiye ile ilgili şeylerden bahsediliyor.

Özellikle maceranın sürükleyiciliği ve Jülyen, Gregoryen ve John Dee takvimleri hakkında detaylı bilgi vermesi kitabı çekici kılıyor. Fakat işin kötü yanı John Dee takvimi anlatılırken, kitabın orijinalinde de mi öyledir yoksa çevri hatasından mıdır bilinmez, matematiksel bazı hatalar yapılmış. Doğru şeklini öğrenebilmek için biraz kafa yormak ve araştırma yapmak gerekiyor. Bunun dışında kitabın sonları da beklenen vurucu etkiyi yapamamış. Bu haliyle Lanetli İkona sadece macera severlere hitap eden bir kitap.

7 Temmuz 2013

Olimpos'un Kayaları Neden Yanar?


Olimpos'taki dağın kayalarının kayaların altından sızan bir gaz nedeniyle yandığı bilimsel olarak ortaya kondu. Fakat bu kayaların neden yandığıyla alakalı Yunan mitolojisinde güzel bir hikaye var. Yine Atlas Dergisi'nin Nisan 1993 tarihli 1. sayısını kullanarak hikayeyi kısaca anlatıyorum. Onlar da Homeros'un İlyada'sından almışlar:

Bellerophontes Sisyphos'un oğlu Korinthos kralı Glaukos'un oğludur. Fakat asıl babasının deniz tanrısı Poseidon olduğu söylenir. Tanrısal özelliklerini de buradan almıştır. Tanrılar onu özene bezene yaratmıştır. Fakat onun hayatta istediği tek şey o rüzgarla gece gündüz yarışan, dize gelmez kanatlı at Pegasus'a sahip olmaktır. Bir gün bu derdini Korinthoslu bilici Polyidos'a açar. Polyidos delikanlıya dizgini yaratan ve hayvanarı evcilleştiren Athena'nın tapınağında bir gece uyumasını önerir.

Bellerophontes denileni yapar ve rüyasında Athena'yı görür. Athena ona derdine deva olması için parlayan bir şey uzatır. Sonra Bellerophontes uyanır ve yanında altından bir dizgin bulur. Ardından Pegasus'u bulmak için düşer yollara ve çok geçmeden de Pegasus'u bir kaynaktan su içerken bulur. Pegasus delikanlıdan kaçmaz ve Bellerophontes Pegasus'a sahip olur, gece gündüz onun sırtında uçmaya başlar.

Daha sonra her nasıl olduysa Bellerophontes kazayla kardeşi Belleros'un ölümüne sebep olur. Bellerophontes ismi de Belleros'u öldürmüş olmasından dolayı ad olur ona. Bu olayın ardından Bellerophontes Argos'a varır ve Kral Priotos'a sığınır.

Kral Priotos'un karısı Bellerophontes'e vurulur fakat delikanlıdan karşılık bulamaz. Bu nedenle kadın Bellerophontes'in kendisinin koynuna girmek istediği yalanını uydurarak durumu Priotos'a bildirir. Priotos ya delikanlıya kıyamaz ya da elini onun kanına bulamak istemez. Bu nedenle Bellerophontes'i öldürme işini kayın babası olan Lykia kralı Iobates'e havale eder. Bu yönde bir mektup hazırlar ve Bellerophontes'e Pegasus'la hızlıca uçarak mektubu Lykia kralına vermesini söyler. Bellerophontes her şeyden habersiz denileni yapar.

Lykia kralı Bellerophontes'i bir süre ağırladıktan sonra mektubu alır. Şaşırır ve üzülür. Konuğunu öldürmek bir krala yakışmayacaktır. Fakat damadını da kırmak istemez. Bu nedenle Iobates Bellerophontes'i bir savaşa göndermeye karar verir. Düşman başı aslan, gövdesi keçi, kuyruğu yılan olan ve ağzından alevler saçan Khimaira'dır ve Bellerophontes onunla teke tek dövüşecektir. Böylece Lykia kralının eli konuğunun kanıyla bulanmamış olacak fakat Khimaira damadının isteğini yerine getirecektir.

Fakat altında Pegasus olan Bellerophontes Khimaira için kolay lokma değildir. Pegasus'la uçarak canavarın alevlerinin yetişemeyeceği kadar yükseklere çıkar ve oradan attığı isabetli oklarla Khimaira'yı öldürür. Ardından Bellerophontes Khimaira'yı alır ve orada bulunan dağın ağzından içeri atar. Derler ki o gün bugündür Olimpos'un kayaları bu canavarın ateşi nedeniyle yanmaktadır.

6 Temmuz 2013

Cem Sultan - Jean-Marie Chevrier


Osmanlı tarihinin şüphesiz en bilinen şehzadelerinden biri -belki de en bilineni- Cem Sultan. Aslında Cem Sultan diye adlandırmak pek de doğru olmayabilir. Çünkü Osmanlı tarihi anlatılırken padişahların eşlerinin, kız kardeşlerinin veya kızlarının isimlerinin sonuna Sultan unvanı gelmekte, şehzadelerin ise isimlerinin başına Sultan unvanı getirilmektedir. Buradan hareketle belki de Sultan Cem demek daha doğru olacaktır.

Sultan Cem'in hayat hikayesi trajiktir. Kardeşi II. Bayezid ile taht mücadelesine girişip kaybettikten sonra Mısır, Rodos, Fransa ve Roma'da güç toplama umuduyla sürgün hayatı yaşamıştır. Batı dünyasının Osmanlı'ya karşı koz olarak elinde tuttuğu Sultan Cem'in hayat hikayesi üzerine yazılmış bir roman olan Cem Sultan'da yazar şehzadeyi "krallığı olmayan bir prens" olarak tanımlıyor. O dönemki siyasal olaylardan ziyade Sultan Cem'in kişisel hayatına yoğunlaşan Roman Sultan Cem hakkında kabaca bir fikir edinebilmek ve bir süre güzel vakit geçirebilmek için okunabilir.

"... Onu bu tarihte ailenin destanına kaydetmekle görevlendirilen yazıcılar, o sayfaların en başına şunu yazmışlardı: 'Allah'ın adıyla, alemlerin rabbi, onun peygamberi Muhammed ve onun soyundan gelenlere inanır ve onları selamlarız.' Sonra da fırçalarını yıkamış ve Hacı Bektaş taşından yapılma hokkalarının gümüş kapaklarını kapamışlardı. Büyük bir beyaz boşluk ve uzun bir bekleyiş..."

3 Temmuz 2013

Evliya Çelebi'nin Gözünden Piramitler ve Sfenks


Osmanlı topraklarının ünlü seyyahı Evliya Çelebi'nin notları arasında Mısır da var. Mısır'la ilgili genel bilgilere yer veren Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sinde bölgenin çok ilginç özellikleri de yer alıyor. Mısır'ın en ilginç yapıları sayılabilecek piramitler ve sfenks hakkındaki bölümün bir kısmını Atlas Dergisi'nin Nisan 1993 tarihli 1. sayısından alıntılıyorum:

"...Üçü beraber Kaf Dağı gibidir. Büyük ehrama Belbehis Dağı, ortadakine Mülheviyye ve küçüğüne Ebülhevl Dağı derler. Bu yapma dağlar hakkında nice bin söylence vardır.

Bazıları tufandan evvel Ad oğlu Şeddad yaptı derler. Halife Me'mun, ehramlardaki defineyi elde etmek için tam yedi ay odunlar yığdırıp, ateşler yakıp, üzerine sırıklar döküp ve mancınıklar atarak ancak yirmi arşın yerini yıkabildi.

Surid Melik 'Ben bunu altı yılda yaptım, benden sonra gelen hükümdarlar 600 yılda yıkabilsinler' diye mertlik iddiasında bulunmuş. Hakir, yüz kantar siyah barut ile altı hazineli bir Kandiye kalesi lağımı atsam bu ehramları berhava edip temeli bile bulunmaz yaparım ama doğrusu yeryüzünde böyle büyük bina görmedim.

...

Bir keresinde İmrahor Ağa ile Behlül Ağa'nın ve başka ağaların adamlarından 45 kişi alarak meşaleler, muşammalı fanuslar ile büyük ehramın kapısından Besmele ile girdik. Hakir, kıblenümaya ve saate baktım. Güney tarafa tam 700 adım gittik.

...

Buradan 50 adım yokuş aşağı gittik. Su ile dolu bir havuz vardı. Etrafında karakuş gibi kuşlar, kenarlarında karga gibi kuşlar oturmuşlar, bizi görünce hepsi kanatlarını vurup öyle gürültülü uçuştular ki beyinlerimiz güya kulaklarımızdan aktı. Elbiselerimiz berbat oldu.

Arkadaşlar 'çıralarımız az kaldı' dediler. Hepimize bu kanat gürültüsünden bir korku düştü, geri gidelim, meşaleler sönerse halimiz neye varır derken, kuşlar tarafından öyle bir rüzgar koptu ki, kuş şiddetinden helak olma derecesine geldik. Meşalelerimize, suratlarımıza kanatlarını vura vura bizi usandırdılar.

Allah bir daha girmeyi nasip etmeye.

...

Sfenks küçük ihramın doğusunda hamam kubbesi kadar beyaz taştan koca kelledir. Kaşı, başı , gözü, dişi, kulakları ve gerdanı var. Başı üzerinde yüz kişi oturabilir. Canlı gibidir, güya tebessüm eder durur.

Eski zamanda bu kelle gelip geçenle konuşurmuş. Mısır üzerine asi bir padişah geleceğini, kıtlık olacağını, yağmur yağmayacağını, Nil'in ne kadar taşacağını, kimin ölüp kimin ölmeyeceğini, velhasıl bütün beş adet bilinmeyenden haber verirmiş. Hatta Hazreti Musa'ya bunun konuştuğunu söylemişler.

Hazreti Musa gelmiş, onun sözlerinden sonra: 'Her şeyi söylersin, Allah'ın hak peygamberine de iman et' buyurmuşlar. 'İdris peygamberi bilirim gayrısını bilmem' deyince, gazaplı bir kimse olan Musa asasıyla başa vurup 'Sus ya mel'un' der. O günden beri konuşmaz. Asanın vuruluşundan başı gözü kırıktır."

Buradan anlıyoruz ki yıllardır filmlerde atıfta bulunulan Sfenks'in burnunun kırık olması mevzusunda Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sinin de bir yorumu var.


30 Haziran 2013

Ping-Pong Masası - Sezai Karakoç


Sezai Karakoç'un Mona Roza şiiri pek çoklarımızca bilinir. Şair bir çeşit akrostiş kullanarak sevdiği Muazzez Akkaya'yı şiirinin içine saklamıştır. Muazzez Akkaya'nın kim olduğu uzun yıllar pek bilinmedi. Daha sonra kim olduğu ortaya çıktığında Muazzez Hanım'ın masa tenisine ilgisi olduğu da ortaya çıktı. Hatta kendisiyle yapılan röportajdan birinciliğinin de bulunduğunu öğreniyoruz. Bununla birlikte Sezai Karakoç'un Ping-pong masası şiiri de daha anlamlı oluyor.

"Beyaz iplik sert iplik ve tak tak
Yuvarlak top küçük top ve tak tak
Ping-pong masası varla yok arası
Ben ellerim kesik varla yok arası
...... Öpüçüğüne eyvallah ve tak tak
Beraber sinemaya ... evet ... ve tak tak
Ping-pong masası varla yok arası

Öküzün gözü veya dananın kuyruğu
Kadifekale veya Sen nehri
Ha Sezai ha ping-pong masası
Ha ping-pong masası ha boş tüfek
Bir el işareti eyvallah ve tak tak
Gözlerin ne kadar güzel ne kadar iyi
Ne kadar güzel ne kadar sıcak
Tak tak tak tak tak tak tak"


Bu şiiri okuyan birisi Sezai Karakoç'un Muazzez Akkaya'yı masa tenisi oynarken seyrettiğini ve onun gözünde kendisinin olsa olsa ping pong masası kadar ehemmiyetinin olduğunu düşünerek hüzünlendiğini çıkarabilir. Son üç dizeye benim yorumum şu olmuştu: Sezai izlerken Muazzez'in gözlerine dalar fakat sonra raket-masa ikilisinin topla çıkardığı seslerle gerçek dünyaya döner.

Fakat ev arkadaşım enteresan bir şey fark etti. Bu hali bana hem daha uygun hem de daha güzel geldi. Onun fark ettiği şeyi biraz açarak özetleyecek olursam:

Masa tenisinde oyunun durağan seyrinde her bir oyuncunun hamlesinde iki ses çıkar: Birincisi raketin topa vurduğunda çıkardığı ses, ikincisi de top rakibin sahasına düştüğünde çıkan sestir. Kısaca "tak tak". Şiiri arkadaşımın gördüğü açıdan yorumlayacak olursak Sezai Karakoç Muazzez Akkaya'nın karşısında, onunla birlikte oynamaktadır. Şiirin sonuna kadar hep oyunun olağan seyrindeki sesler çıkmıştır. Fakat sonlara doğru Sezai Muazzez'in gözlerine dalar:

"Gözlerin ne kadar güzel ne kadar iyi
Ne kadar güzel ne kadar sıcak"


Gel gelelim masa tenisi hızlı seyreden bir oyundur. Bir anlık dalgınlık oynayanın hamlesini yapamamasına yol açabilir. Burada da aynen böyle olur ve bu sefer oyunun olağan seyrindeki o ses çıkmaz. Çünkü Muazzez'in gözlerine dalan Sezai hamlesini yapamamış, top düşmüş ve beton zeminde sekmektedir:

"Tak tak tak tak tak tak tak"

Baragan'ın Dikenleri - Panait Istrati


Ezilen insanların acılarını anlatan, fakat bu düzenin değişmesine yönelik düşüncelerinde hep karamsarlığı öne çıkaran Panait Istrati'nin Romanya'daki zorlu hayatı, yollara düşmüş bir çocuğun gözlerinden anlattığı güzel bir kitap.

Yazarın seri şeklinde yazmış olduğu Adrian Zograffi'nin anılarından bağımsız olarak kaleme aldığı kitapta dünyanın, etrafından habersiz bir çocuğun gözündeki -türlü acılara rağmen- toz pembeliğini, sefaleti, umutsuzluğu ve gaddarlığı göreceksiniz.

Kitabın elimdeki baskısında (Varlık Yayınları, Ocak 1953) pek çok yazım hatası olsa da anlatım bozukluğu oluşturacak bir çeviri hatasına rastlamadım. Belki Türk dilinin kurallarının TDK tarafından sıklıkla değiştirilmesi de kitaptaki kelimeleri şu anda hatalı görmeme neden olmuş olabilir.

"Bunu fenalık olsun diye söylemiyorlardı ama ne de olsa bana dokunuyordu. Ben merhameten 'sokaktan alınmış' bir çocuktum. İnsan on beş yaşında olur ve o yaşta çok acılara katlanmış bulunursa böyle bir şey işitmek pek de hoşuna gitmez. Bunlar insanın içinde birikerek yüreğini kabartır ve Lateni'deki küçük kulübeyi, ölmüş anayı ve kaybedilmiş babayı düşündürerek adamı ağlatır."