30 Ağustos 2013

Hayatın Kökleri - Mahlon B. Hoagland


İlk olarak 1979 yılında basılan, Türkiye'de ise TÜBİTAK tarafından ilk defa 1993'te yayımlanan kitap hayatın biyolojik yönü hakkında gerçekten çok kaliteli bir eser. Kitap hücreleri, onu oluşturan molekülleri ve hücre içinde ve hücreler arasında yaşanan olayları biyoloji ile neredeyse hiç ilgisi olmayan birinin bile kolayca anlayabileceği şekilde anlatıyor.

Kitabın evrim ve kanser hakkındaki bölümleri ise ayrıca takdire şayan. Toplumda az bilinen ama üzerine çok konuşulan bu iki konu gerçekten çok açık bir şekilde ortaya konulmuş.

Kitap 1979 yılında yazılmış olduğu için bazı bilimsel gelişmelerin gerisinde kaldığı aşikar. Örneğin o tarihte Mars'a araç gönderilmemiş ve klon koyun Dolly hayata gözlerini açmamıştı. Bu nedenle kitapta da bu olaylardan önceki bilgiler yer alıyor. Fakat bu kesinlikle kitabın söylediklerini yanlış yapmıyor, belki biraz eksik kılabilir lakin isteyen bu eksiklikleri kendisi araştırarak da giderebilir.

Hayatın Kökleri, hayatın biyolojik olarak ne olduğu konusunda ufkunun açılmasını isteyen herkese gönül rahatlığıyla önerebileceğim bir kitap.

25 Ağustos 2013

Maya Teknolojisi


Atlas Dergisi Haziran 1993 tarihli 3. sayısında Maya uygarlığını ele alıyor. Bu yazıyı referans alarak Mayalar'ın ilginç teknolojik yönlerine değinelim:

- Milattan önce bilerce yıl önce bir yılı 365 güne bölen bir takvim kullanıyorlardı.
- Tarım amacıyla sulama kanalları ve bataklıklar üzerine yapay tarlalar yapmışlardı. Bunları yapabilmelerine rağmen sabanı bulamadılar.
- Hayvanları evcilleştiremediler.
- Tekerleği bulamadılar.
- Altın dışında maden işleyemediler.
- Demir veya tunçları olmamasına rağmen tapınakları için kusursuz dev taşlar kesmeyi başardılar.
- Evcil hayvanları veya tekerlekli arabaları olmamasına rağmen bu dev taşları taşımayı başardılar.

Görüldüğü gibi Mayalar Eski Dünya'daki teknolojik gelişimden bambaşka bir yol izlediler. İlginç bir diğer noktada Mayalar'ın önce uygarlık kurup sonra da bunu terk etmeleridir. Binlerce yıl uygarlık kurmak için uğraşan Mayalar 10. yüzyılda ansızın tüm tapınaklarını, caddelerini, meydanlarını terk ederek tropikal ormanlar içinde ilkel bir yaşamı tercih etmiştir. Bunun nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte sabanı bulamamaları nedeniyle şehir hayatı içinde yeterince yiyecek üretememelerine bağlanır.

19 Ağustos 2013

Toplu Taşımada Haremlik Selamlık


Atlas Tarih dergisinin 3. sayısında işlediği konulardan birisi de Türkiye'de toplu taşımanın ilk yılları. Osmanlı toplumunda kadınla erkeğin birbirinden katı çizgilerle ayrıldığını, büyük konaklarda, saraylarda haremlik ve selamlık bölümlerinin bulunduğu göz önüne alınırsa toplu taşıma araçlarında kadınlarla erkeklerin birlikte seyahat etmeleri de pek düşünülebilecek bir durum değildi.

Osmanlı'da ilk toplu taşıma vapurlarla başlamıştır. Vapurlardan önce boğazı geçmek için kullanılan sandallara ise kadınların tek başlarına binmeleri yasaktır. Bu yasak genç kadınların sevgilileriyle gizlice kayıklarda buluşup hoşça vakit geçirmelerini engellemek için konmuştu. Bu yasağın tek istisnası yaşlı kadınlardı.

Boğazda kapitülasyonlardan yararlanan yabancı devletler ilk vapur taşımacılığını gerçekleştirenler olmuştu. Bunu geren Abdülmecit bir gemiyi aynı işi yapması için görevlendirir. Vapur çeşitli duraklara uğrayarak Karaköy ile Kanlıca arasında sefer yapacaktır. Fakat bu yıllarda henüz iskeleler yapılmadığı için yolcular açıkta veya bir yalının iskelesine demirleyen vapura kayıklarla ulaşmaktadır. Bu vapurların bir kötü yanı daha vardır: Kadınların binmesi yasaktır. Boğazı geçmek için kayıklara mahkum olan kadınlar bu duruma karşı seslerini yükseltince vapurlara kadınların da binmesine izin verilir fakat bir şart vardır, kadınların oturduğu bölümle erkeklerin oturduğu bölüm bir perdeyle ayrılacaktır. Evli bile olsalar eşler ayrı bölmelerde seyahat edecek ve seyahat bittikten sonra buluşacaklardır.

Sorun çözülmüş gibi olsa da kadınlar yine memnun olmazlar. Çünkü kadınlara ayrılan kısım ön taraftadır ve bu kısımda kış aylarında donmaktadırlar. Bunun dışında kazalar da genelde ön taraftan gerçekleşmektedir. Uzun uğraşlar sonucunda istediklerini alırlar. Dümenleri arka tarafta olan vapurlarda dümene gidip gelen görevlilerin kadınlarla meşgul olmasından çekindiği için baştan bunu istemeyen Şirket-i Hayriye yetkilileri baskılar sonucunda kadınlara arka tarafı tahsis ederler.

Perde çapkınlar için bir cazibe kaynağı olur. Bunlar her seferinde erkenden gidip perdeye yakın tarafa oturmuşlar ve rüzgarla veya bilet kontrolörünün giriş çıkışıyla perdenin birkaç saniyeliğine de olsa açılmasını beklemişlerdir. İçeride rahatsız edilmeyeceğinden emin oldukları için başlarını açan kadınların güzelliklerini seyretmek amaçlarıdır. Bazen de kadınların bölmesinden erkeklerin tarafında zarfların geçtiği olur.

Kurtuluş Savaşı yıllarında Anadolu'daki kuvvetlere katılmak isteyenler bu haremlik selamlık durumundan yararlanmıştır. İngilizler şehirden çıkışı izne bağlamışlardır ve vapurlarda da yolcular kontrolden geçirilmektedir. Bu durumu aşmak için mücadeleye katılmak isteyenler kadın kılığına girmiş ve aramadan kurtulup Özbekler Tekkesi'ne ulaştıklarında kapıyı çalıp "Beni İsa gönderdi" diyerek parolayı dile getirmiştir. Bundan sonra Ankara'ya ulaşım sağlanmaktaydı.

İstanbul'da atlı tramvaylar kullanılmaya başladıktan sonra orada da haremlik selamlık kendisini gösterir. İlk vagonlar iki katlıdır ve kadınlar için üst kat ayrılmıştır. Fakat bu durum maliyetli olunca tek katlı vagonlara geçilir ve erkekler ve kadınlar için ayrı seferler düzenlenir. Bu da maliyetleri kurtarmayınca vapurdaki çözüm burada da uygulanır: Perde. Vapurdaki çapkınlar burada da görülürler fakat işin kötüsü tramvayların yolcuları her zaman nazik beyefendiler değildir. Kimi zaman bıçkınlar da tramvaya binerlerdi ve mutlaka olay çıkarırlardı. Bu kişiler kadınların bölmesine fındık, fıstık attıkları ve lavanta sıktıkları için hanımefendilerin uşaklarıyla bıçkınlar arasında kavgalar çıkmıştır. Bu uygulama elektrikli tramvaylarda da devam ettirilmiştir.

Tünel metrosunda da aynı uygulama görülür fakat iki durak arası mesafe çok kısa olduğundan burada kayda değer bir olay görülmemiştir.

1923 yılında toplu taşımada haremlik selamlık uygulamasına son verilir. Fakat buna ilk tepki de kadınlardan gelir. Sebep taciz değildir. Erkekler daha ilk durakta tramvayı doldurmakta bu nedenle sonraki duraklarda binen kadınlar ayakta kalmaktadır hatta vapurlarda soğuk kısımlarda seyahat etmeye mecbur kalmaktadır.

İlginç bir haremlik selamlık durumu da Gülhane Parkı'nda görülmüştür. İstanbul'un belediye başkanlığını yapan Cemil Topuzlu Paşa padişahtan izin alarak Topkapı Sarayı'nın dış bahçesinin bir bölümünü halka açık bir park yapar. Burası Gülhane Parkı'dır. Fakat burada erkeklerle kadınların bir arada gezdiğini gören Enver Paşa hiddetlenir ve Cemil Topuzlu Paşa'dan kadınların parka girişini yasaklamasını ister. Cemil Topuzlu Paşa durumu görüşmek için Enver Paşa'nın yanına gittiğinde Cemal Paşa da oradadır. Cemil Topuzlu Paşa bu isteğin yerine getirilemeyeceğini söyler. Cemal Paşa bu durumda kadınlara ayrı bir gün tayin edilmesini önerir. Daha sonra kadınlarla erkeklerin birlikte gezmesinin temin edileceği sözünü verir. Cemal Paşa'nın dediği gibi yapılır ve gerçekten de bir ay sonra kadınlarla erkekler yine Gülhane Parkı'nda beraber gezmeye başlar.

17 Ağustos 2013

Reşadiye ve Sultan Osman'dan HMS Erin ve HMS Agincourt'a


Osmanlı İmparatorluğu'nun Birinci Dünya Savaşı'ndan önce İngiliz tersanelerine iki savaş gemisi siparişi verdiği fakat bu gemilere İngiltere tarafından el konulduğu bilinir. Atlas Tarih Dergisi'nin 3. sayısı konuları arasında bu gemilerin hikayesine de yer veriyor.

Osmanlı İmparatorluğu Ağustos 1911'de Vickers tersanelerine bir dretnot yapımı için sipariş verir. Reşadiye olarak adlandırılan bu dretnotun sözleşme gereği Eylül 1913'te deneme sürüşlerine çıkması gerekmektedir. Fakat Balkan Savaşları esnasında Vickers tersanesi Osmanlı'nın ekonomik krize girebileceği endişesiyle geminin inşaasını ağırdan alır. Halbuki Osmanlı savaş esnasında tüm taksitleri eksiksiz ödemiştir.

Eylül 1913'de dretnot daha yenice denize iner. Teamüller gereği şampanya patlatılarak kutlanan bu etkinlik geminin Osmanlı'ya ait olması nedeniyle gül suyu şişesi kırılarak kutlanır.

Osmanlı donanması Balkan Savaşları'nda Yunan donanması karşısında yetersiz kalınca donanmaya modern gemilerin katılması ihtiyacı iyice kendini belli eder. Öyle ki Yunanistan'ın Averoff zırhlı kruvazörü ile tek başına Osmanlı donanmasına büyük zorluk çıkarmıştır. Osmanlı bu doğrultuda Brezilya adına yapılmakta olan bir başka dretnotu daha satın alır. Bu dretnotun adı da Sultan Osman'dır.

Daha sonra Nisan 1914'te Fatih isimli yeni bir dretnot ile iki kruvazör, dört muhrip ve iki denizaltı siparişi verilir. Fakat 1. Dünya Savaşı'nın ayak sesleri duyulmaktadır. O zamanlar İngiltere'nin Denizcilik Bakanı olan Churchill Alman ve İngiliz savaş gemilerinin sayılarını karşılaştırdıktan sonra İngiliz donanmasının sadece çok küçük farkla üstün olduğunu görür ve Osmanlı gemilerinin de İngiliz donanmasına katılmasına karar verir. Bu hamle İngiliz donanmasını güçlendirmekle kalmayacak ayrıca gemileri Almanlar'ın yararına kullanılabilme ihtimalinden de uzak tutacaktı.

Churchill gemilere el koymak için hukuki dayanak bulamasa da 31 Temmuz 1914 günü İngiliz hükümetinin Reşadiye ve Sultan Osman'a el koyma kararı tersanelere tebliğ edilir. Aynı karar 3 Ağustos 1914'te de Osmanlı hükümetine de bildirilir. Gemilerin yeni isimler sırasıyla HMS Erin ve HMS Agincourt olur. Karar Osmanlı hükümetince sert şekilde protesto edilse de sonuç değişmez.

Lozan Antlaşması'nın maddelerinden biri de bu gemilerin parasından Türkiye Cumhuriyeti'nin vazgeçmiş olmasıdır. Brezilya'dan alınan Sultan Osman dretnotu için 300.000 Sterlin ödendiği ve sonrasında Türkiye'nin Musul petrollerinden 25 yıl için alacağı yüzde 10'luk paydan 500.000 Sterlin karşılığında vazgeçtiğini göz önünde bulundurursak Osmanlı'nın el konulan hakkının ne kadar büyük olduğu anlaşılabilir.

Diğer siparişi verilen gemilerin ise paraları ödenmemiş ve 1. Dünya Savaşı patlak verdiği için inşaaları durdurulmuştur.

İngiliz hükümeti bu iki drednotun dışında iki yolcu gemisine de el koymuştur. Fakat bu vapurlar 1. Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı'ya iade edilmiştir.


15 Ağustos 2013

Nasıl Piyasa Şairi Olunur? -4-


Bu yazıyla piyasa şairi olma üzerine sürdürdüğüm yazı dizisini sonlandırıyorum. Bu yazı piyasa şairi olmak için yapılmaması gerekenleri anlatacak. Bu nedenle belki "Nasıl Piyasa Şairi Olunmaz?" başlığı daha uygun olurdu. Fakat aynı yazı dizisinin devamı olduğundan mevcut başlığı kullanmaya devam ediyorum.

Aslında daha önceki yazılardan anlaşılmış olması lazım. Piyasa şairi olamamak için tek bir sebep var: Bir şeyler anlatmaya çalışmak ve şiirin şekil yönünden de güzel olması. Yani bunlardan birini eksik yaptığınızda piyasa şairi olursunuz. Çünkü insanların çoğu ikisini birden kaldıramaz. Ya güzel şekilli çağrışımlar yapan ama bir şey anlaması için insanı düşündürmeyen bir şiir yazılmalı ya da bir şeyler anlatılmalı ama bu anlatılan şey benzetmelerin, güzel biçimli cümlelerin yardımı ile anlatılmamalı ki okuyan insan çok da kafasını yormadan anlatılanı rahatça anlayabilsin.

İlk tavsiye kafiye kullanmamak. Çünkü kafiye kullanmak için cümlelerin karmaşıklaşması gerekebilir ve bu da okuyan insanın daha fazla zihinsel enerji harcamasına sebep olur. Hem zaten kafiye kullanılacak yüzyılda mı yaşıyoruz sanki?

Bazı şeyler var, gördükçe içten içe ağlanan,
Kimi insanlar var, manasız hayatlara bağlanan,
Bazı şanslılar var, her türlü imkan sağlanan,
Asil yürekler var bunları gördükçe dağlanan.

Mesela yukarıdaki dizeler yazılmamalı. Çünkü hem hayatla alakalı bir şeyler anlatmış hem de utanmadan kafiye kullanmış.

Piyasa şairi illa kafiye kullanmak isterse redif kullanır, en kötü ihtimalle sen ve ben kelimelerini sona iterek onlarla kafiye yapar fakat ardı ardına kafiyeli üç dört mısra yazmaz. İstisna olarak nadiren zayıf kafiyeler kullanılabilir. İki önceki yazıda örnek olarak verilen şiirde redifli bir kısım var:

Beli bükülmüş eve döner ırgatlar ve kadınlar
Gece gündüzü kovalar yaşasın diye ağalar

Belki bu kısım şöyle yapılabilirdi:

Beli bükülmüş eve döner ırgatlar ve kadınlar
Yaşasın diye ağalar, gece gündüzü kovalar

Piyasa şairciliği bakımından redifli hali daha güzel ama arada bir böyle kafiyeler kullanılabilir. Zayıf kafiye ile kastettiğim yazılışı aynı eklerin farklı görevlerde kullanılmasıyla elde edilen kafiye çeşidi.

Bunun dışında dikkat çekilmesi gereken bir nokta da şu kesinlikle mantıklı benzetmeler yapmayın. Misalen Yahya Kemal'in Sessiz Gemi isimli şiirinde ölüm çok güzel bir ekilde gemi yolculuğuna benzetilmiştir. Fakat tüm benzetmeler mantıklıdır. Bunun yerine tutarlılığı arka plana atın. Böylece daha çok şiir yazabilirsiniz. Hem de okuyanlar ne neye benzetilmiş düşünmek zorunda kalmazlar, çağrışımlar ile yetinirler.

Bunlardan uzak durmanız büyük ölçüde piyasa şairi olmanıza yetecektir ki zaten piyasa şairiyseniz bunlara isteseniz de pek yaklaşamazsınız.

13 Ağustos 2013

Nasıl Piyasa Şairi Olunur? -3-


Piyasa şairi olabilmek için bir yöntem daha var. Aslında bu tarz şiir yazanlara piyasa şairi demeye dilim pek varmasa da piyasada rağbet görmelerinden dolayı bu sıfatı onlara da yakıştırmak durumunda kalıyorum.

Fakat bu tarz piyasa şiirinin bir önceki yöntemdeki şiirden ve bu tarz şiirin şairlerinin de önceki şiirin şairlerinden bariz farklılıkları var. Ayrıca itiraf etmek gerekir ki bu farklılıklar çoğunlukla olumlu yönde.

Öncelikle bu tarzın şairi samimidir. Diğer piyasa şairinin aksine şiirinde bir şeyler anlatmaya çalışır. Bunun dışında ne kadar şiir sanatı gereği şiirini süslemek durumunda olsa da laf olsun diye süslü kelimeler de kullanmaz. Siyasi olarak iki yüzlü olmak zorunda değildir, kasıntı tavırlara ihtiyacı yoktur. Belki de en çok bu nedenle kadınlar arasında popüler olmaktadır. İtiraf etmeli ki beğenilme kaygısıyla kasıntı tavırlara bürünen genel olarak erkeklerdir, kadınlar bunlara pek ihtiyaç duymazlar, duyanları da zaten genelde şiirle, sanatla pek ilgilenmezler.

Şimdi içinizden o zaman bu tarz piyasa şairi on numara insanmış diyor olabilirsiniz. Belki insanlığına on numara insandır ama şairliği için aynı şeyi söylemek pek mümkün değildir. Bir önceki türün içeriği boşken, bu tarz şairin şiirleri içerik bakımından doludur fakat şekil bakımından eksiktir.

Peki bu tarz şair nasıl olunur? O da pek kolay değil. Muhtemelen bu günkü denemem de çok iyi bir örnek olmayacak ama örnek teşkil etmesi bakımından yine de yazacağım.

Bu tarz şiir için önemli olan baştan güzel bir yazı yazabilmektir ve bu yazı gerçekten bir şeyler anlatmalıdır. Zor olan budur. Yeni bir aşka yelken açmak temalı bir yazı denemesi yapalım:

Yeni bir aşka yelken açmak hayatın akışını birden değiştirmek gibidir. Sanki eski kötü günler hiç yaşanmamış, acı ve dert hiç bilinmemiştir. Her şey unutulur: yolunda gitmeyen işler, biten dostluklar, acı veren hatıralar... Eskiden bin bir türlü şey çağrıştıran bir çok nesne artı sıradanlaşır. 
Her gün inilen durak artık sıradan bir durak olmuştur, eski şarkılar donuklaşmıştır. Çünkü yeni anılara yer lazımdır.

Şimdi bu düz yazının cümlelerini alt alta ara ara bölerek yazalım:

Yeni bir aşka yelken açmak
Hayatın akışını birden değiştirmek gibidir.
Sanki eski kötü günler hiç yaşanmamış,
Acı ve dert hiç bilinmemiştir.
Her şey unutulur:
Yolunda gitmeyen işler, biten dostluklar, acı veren hatıralar...
Eskiden bin bir türlü şey çağrıştıran bir çok nesne artı sıradanlaşır.
Her gün inilen durak artık sıradan bir durak olmuştur,
Eski şarkılar donuklaşmıştır.
Çünkü yeni anılara yer lazımdır.

Şimdi şiiri tekrar gözden geçirelim ve sanatsallığı rahatsız edici derecede bozan mısraları farklı kelimelerle tekrar yazalım. Ara ara da cümle yapılarını değiştirelim, bazı cümleleri devrik yapıya sokalım ve süslü kelimelerle, güzel benzetmelerle süsleme yapabiliyorsak yapalım:

Yeni bir aşka yelken açmak
Bambaşka bir rotaya dümen kırmak gibidir.
Ansızın, meçhul bir hisle,
Beklenmedik bir yola, bilinmedik sulara...
Sanki karanlık günler hiç yaşanmamış,
Hiç bilinmemiştir acı ve dert.
Neler unutulmaz ki?
Sarpa saran işler,
Girdaplı biten dostluklar,
Alev gibi yakan hatıralar...
Sıradanlaşıverir dünya.
Her gün inilen durak bir metal yığını,
Eski şarkılar tatlı birer melodi,
Hiçbir şey anımsatmayan...
Çünkü,
Yeni aşk demek yeni anılar demektir.
Yeni anılar da geniş evleri severler.

Baştan da dediğim gibi bu türde içerik bir şeyler anlatır fakat şekilsel olarak başarılı olmak neredeyse imkansızdır. Muhakkak şiiri daha süslü daha güzel cümlelerle yazmakta benden daha mahir olabilirsiniz. Fakat bunu gözünüzde çok da büyütmeyin. Bu tarzda yazdıktan sonra siz de altı üstü bir piyasa şairisiniz işte.

7 Ağustos 2013

Nasıl Piyasa Şairi Olunur? -2-


Bu yazımızın konusu daha önceden de söylediğim gibi piyasa şairinin dış görünüşü ve siyasi görüşü. Dış görünüşten başlayalım. Aslında birden fazla piyasa şairi tipi mevcut. Misalen fularlı, papyonlu piyasa şairleri de sıkça boy göstermekte. Fakat kendi gözlemlerimle bu tipleri belli bir kalıba oturtamadım. Benim önereceğim kalıp daha sık görülen ve daha kolay içine girilebilen bir model olacak. Genel özelliklerini sıralayalım:

- Piyasa şairi genellikle esmer, kavruk bir tiptedir.
- Piyasa şairinin ekseriyetle hafif dalgalı kömür karası saçları olur. İlerleyen yaşlardaki kırlaşma elbette kabul edilebilirdir.
- Piyasa şairi çoğunlukla koyu renk gömlek ve kumaş pantolon giyer.
- Piyasa şairinin gür bıyıkları olur.

Bunların hepsine birden sahip olmak elbette pek mümkün değil. Mesela ben ne kadar istesem de bir piyasa şairine yakışır derecede bıyık bırakamam. Bir başkası piyasa şairi olmak için fazla beyaz tenli olabilir. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Burada yapılacak olan olabildiğince bu kalıba uymak, belli bir piyasası olan piyasa şairlerini gözlemlemek ve eksiklikleri kapatabilecek alternatif yollar bulmaktır.

Piyasa şairinin siyasi görüşüne gelecek olursak, kendisinin tatlı su solcusu olması gerektiğini daha önceden belirtmiştik. Peki tatlı su solcusu olmak için neler yapılmalıdır?

- Nazım Hikmet şiirleri okunmalı ve sosyal medyada paylaşılmalıdır.
- Ne emek ve mücadele kavramlarını dilden düşürecek kadar sosyal demokrat ne de marjinal olarak algılanacak kadar sosyalist olunmalıdır.
- Gündemle ilgili net yorumlar yapılmalıdır. Bence, zannımca vs. gibi görüşün öznel olduğunu belirten ifadeler yerine kesin hüküm veren cümleler kullanılmalıdır. Sizinkinden daha doğru bir görüş olacak değil ya, şair-i azamsınız ne de olsa!
- Bir de toplumsal düzeni her ne kadar şiirlerinizde eleştirecek de olsanız bir şeyleri düzeltmek için mümkün mertebe eyleme geçmemelisiniz. Eylem zamanlarında sosyal medyadan birkaç dize paylaşmanız kafidir. Böylece hem tepki vermiş olacaksınız hem de marjinal olarak adlandırılmaktan kurtulacaksınız. Hem zaten bir şeyleri düzeltmek için eyleme geçecek kadar adam olsaydınız şiirlerinizde de gerçekten bir şeyler anlatıyor olurdunuz değil mi?

Bu özellikleri de bir şekilde edindikten sonra kariyerinize başlayabilirsiniz. Dikkat ettiyseniz piyasa şairinin bir kadın olabileceğine dair yukarıda hiçbir belirti yok. Ama kesinlikle böyle düşünülmemelidir. Sadece bir kadının piyasa şairi olması daha kolaydır. Bir kadın piyasa şairi olmak isterse yukarıdaki siyasi görüşü elbette edinmelidir ama dış görünüşte erkeğe nazaran daha özgürdür. Ayrıca bir sonraki yazıda daha çok kadınların uyabildiği bir başka tip piyasa şairi tanıtılacak. Şimdilik bir piyasa şiiri örneği daha vererek yazımızı sonlandıralım:

Daha da uzaklara uçtular beyaz kanatlarıyla
Bahçemizdeki güller birer soluktu sanki
Hantal vagonlar kalkar bu sevda garından
Sisli kaldırımlarda akrep yelkovandan hızlı
Beli bükülmüş eve döner ırgatlar ve kadınlar
Gece gündüzü kovalar yaşasın diye ağalar
Yine de güldü çocuklar toz pembe dünyaya
Bilselerdi... Ya da yok yok bilmedikleri iyi...

Gördüğünüz gibi yine kuşlarımızı uçurduk, vagonlarımızı insanlaştırdık, aralara süslü kelimeler serpiştirdik ve toplumsal düzene dil uzattık. Bu seferki şiirde anneyle diyaloğa girmek yerine şiire çocuk aldık ve masumiyet duygusunu şiire böyle katmış olduk.

Yalnız dikkat çeken bir şey var: "Akrep yelkovandan hızlı". Aslına bakarsanız zamanın fark ettirmeden çok hızlı geçtiğine dair güzel bir benzetme. Demek ki neymiş; piyasa şairi de ara ara gerçekten güzel işler yapabilirmiş. Böyle küçük sürprizlere de her zaman hazırlıklı olun.

Bir sonraki yazımızda bir başka tip piyasa şairini tanıtacağız. Şimdilik hoşçakalın.

5 Ağustos 2013

Nasıl Piyasa Şairi Olunur? -1-


Şiir ile ilgili son yazıda edebiyatla ilgili enteresan bir konuya değineceğimizi söylemiştim. Birkaç yazı sürecek bu yazı dizisi piyasa şairi olmanın belli başlı şartlarını açıklayan bir rehber niteliğinde görülebilir.

İlk olarak piyasa şairi kavramıyla neyi kastettiğimizi açıklayalım. Piyasa şairiyle kastedilen günümüz serbest piyasa koşullarında her zaman belirli bir talebi olan, şiirinde anlam bütünlüğü olmayan daha ziyade kelimelerin çağrışımlarıyla bir şeyler ifade etmeye çalışan, tatlı su solcusu şairimsi çeşididir.

Bir piyasa şairinin gelebileceği en üst mertebe düşük bütçeli televizyon kanallarının avam programlarında ahkam kesiciliktir. Bu tip programlara katılan piyasa şairlerinin, gündemle alakalı bir kaç yorum, tespit yaptıktan sonra fon müziği eşliğinde kendi şiirlerinden veya Nazım Hikmet'ten bir şeyler okumak en tipik karakteristiğidir.

Dediğim gibi piyasa şairinin gelebileceği azami nokta burasıdır fakat bu noktaya gerçekten kaliteli işler çıkaranlara göre çok daha kolay gelir. Çünkü toplumun geneli bir şeyler anlamak için düşünmekten ziyade kelimelerde çağrışımlar bulmayı yeğler.

Şimdi piyasa şairi olabilmek için uyulabilecek bir kalıp adım adım verilecektir. Piyasa şairleri bu kalıba uymak için özel bir çaba göstermezler, hatta böyle bir kalıba uyduklarını bile bilmezler, bunu tamamen iç güdüsel olarak yaparlar. Biraz pratikle siz de bu konuda onlar kadar becerikli olabilirsiniz.

İlk mısralarımız için bir şeyler bulalım. Piyasa şiirlerinde sıkça görülen bir şey modern damgası yememiş toplu taşıma araçlarını veya bunlarla ilişkili varlıkları şiirin içine katıp bunları kişileştirmektir. Bu varlıklar kabaca vapur, tren, tramvay, gar, istasyon, iskele olabilir. Hemen ilk mısramızı yazalım:

Hüzünlerin arasında bir yorgun tramvay

Kafiye, ölçü, anlam gibi kavramlarla kafanızı yormayın. Başta da dediğim gibi önemli olan çağrışımlar yapacak kelimeler bulmak. Hatta bunları yan yana koyup bir cümle oluşturmasanız bile olur.

Hüzünlerin arasında bir yorgun tramvay
Viyadükler, kadran ve sen...

Şimdi gördüğünüz üzere ikinci mısramızda hem süslü hem de çağrışım yapan kelimeler var. Misalen viyadük hem mesafeyi hem de biraz modern toplumu çağrıştırmakta, kadran da zamanı, "sen" zaten her zaman bir şeyler çağrıştırır. Mesela viyadükler yerine patikalar demiş olsaydık bu sefer doğa, köy hayatı gibi şeyler çağrıştırmış olacaktık. Viyadükler diyerek ise bir nevi öykünmesizce şehir hayatına eleştirel bir yaklaşımda bulunduk adeta. Hey yavrum hey! Bir sonraki adım olarak kuş uçurtabiliriz. Birçok piyasa şiirinde kuşlar uçar ve arkasında hüzün, keder, yalnızlık gibi kötü duygular uyandırır. Burada kuşun türü de belirtilebilir ama biraz masumane bir kuş olmalıdır bu. Kırlangıç, güvercin, serçe, martı ilk akla gelenler. Çok özel bir nedeni olmadıkça kartal, şahin, albatros falan filan kullanmayın.

Hüzünlerin arasında bir yorgun tramvay
Viyadükler, kadran ve sen...
Kuşlar da uçup terk ettiler şehri
Arkalarında bir balya ıssızlık bıraktıklarını bilmeden

Balya kelimesini kullanarak köy hayatına olan özleme selam çaktığım da gözlerden kaçmasın. Konumuza dönecek olursak piyasa şairi başta da dediğim gibi tatlı su solcusu olmalıdır ve piyasa şairliğine başlamadan önce Nazım Hikmet'ten paylaşımlar yapmış olmalıdır. Bin önceki yazımdaki paylaşımıma da burada selam etmek isterim. Fakat biraz daha siyasi yönü ağır basan şiirlerin paylaşılması daha yerinde olacaktır. "Akrep Gibisin Kardeşim" uygun bir paylaşım olacaktır mesela. Bunları yaptıysak artık toplumsal düzeni eleştirebiliriz:

Hüzünlerin arasında bir yorgun tramvay
Viyadükler, kadran ve sen...
Kuşlar da uçup terk ettiler şehri
Arkalarında bir balya ıssızlık bıraktıklarını bilmeden
Elleri emek kokan insanlar suskun

Ama toplumsal düzeni eleştirir eleştirmez anneyle diyaloğa girilmeli ve anne teselli edici bir rol oynamalıdır:

Hüzünlerin arasında bir yorgun tramvay
Viyadükler, kadran ve sen...
Kuşlar da uçup terk ettiler şehri
Arkalarında bir balya ıssızlık bıraktıklarını bilmeden
Elleri emek kokan insanlar suskun
Ne yapalım dedi annem böyledir dünya

Sonrasında yine çağrışımlar yapan anlamsız kelimeler yığınıyla şiir sonlandırılabilir:

Hüzünlerin arasında bir yorgun tramvay
Viyadükler, kadran ve sen...
Kuşlar da uçup terk ettiler şehri
Arkalarında bir balya ıssızlık bıraktıklarını bilmeden
Elleri emek kokan insanlar suskun
Ne yapalım dedi annem böyledir dünya
Çiçek tarhlarında görülmeye değer tılsımlar
Sensizlik bir beddua, sen bir büyü
Suya batmış karanfiller fırtınadan uzak
Umut, emek, iskambil, hüsran

İsteyen zaten son kısımlardan da bir şeyler çıkaracaktır. Misalen benim ilk aklıma gelen son mısradaki iskambil kelimesinin çağrışımı oldu. İskambil falı, fal da belirsizliği çağrıştırdı. O zaman son mısradan gayet emekçi insanların belirsizlikler içinde umutlu olduğu ama sonun hep hüsran olduğu çıkarılabilir. Dediğim gibi bir şeyler çıkarmak isteyen çıkarır zaten.

Bir sonraki yazıda piyasa şairinin dış görünüşü ve siyasi görüşünü işleyip bir örnek şiir daha göreceğiz. Şimdilik esen kalın.

2 Ağustos 2013

Sen - Nazım Hikmet Ran

En güzel günlerimin
Üç mel'un adamı var:
Ben sokakta rastlasam bile tanımayım diye
En güzel günlerimin bu üç mel'un adamını
Yer yer tırnaklarımla kazıdım
Hatıralarımın camını.
En güzel günlerimin
Üç mel'un adamı var:
Biri sensin,
Biri o,
Biri ötekisi.
Düşmanımdır ikisi.
Sana gelince...
Yazıyorsun.
Okuyorum.
Kanlı bıçaklı düşmanım bile olsa,
İnsanın
Bu rütbe alçalabilmesinden korkuyorum..
Ne yazık!
Ne kadar
Beraber geçmiş günlerimiz var;
Senin
Ve benim
En güzel günlerimiz.
Kalbimin kanıyla götüreceğim
Ebediyete
Ben o günleri.
Sana gelince, sen o günleri
Kendi oğluyla yatan,
Kızlarının körpe etini satan
Bir ana gibi satıyorsun!
Satıyorsun:
Günde on kaat,
Bir çift rugan pabuç,
Sıcak bir döşek
Ve üç yüz papellik rahat
İçin.
En güzel günlerimin
Üç mel'un adamı var:
Biri sensin,
Biri o,
Biri ötekisi...
Kanlı bıçaklı düşmanımdır ikisi.
Sana gelince...
Ne ben Sezar'ım,
Ne de sen Brütüs'sün.
Ne ben sana kızarım
Ne de zatın zahmet edip bana küssün.
Artık seninle biz,
Düşman bile değiliz.

Nazım Hikmet'in yukarıdaki şiiri bir insanı sevmenin karşıtının ondan nefret etmek değil onu umursamamak olduğunu anlatan güzel bir eserdir. Gerçekten de böyledir. Nefret genelde engelden dolayı oluşur, bir insanın sevdiği insanın bütün her şeyi berbat etmesi, eski güzel günler veya yaşanmamış hayallerin önüne engel çekmesi nefretin genel sebebidir. Ne zaman ki insan bir başka insana karşı hiçbir şey hissetmez, onu artık düşmanı olarak bile görmez o zaman içindeki son sevgi kırıntısı da yok olmuş demektir.

Nazım Hikmet'in bu şiiri çocukluk arkadaşı olan fakat sonradan aralarına uzun yıllar süren küslük giren Va Nu diye bilinen Vala Nurettin için yazdığı söylenir. Fakat şiir bir çok kişide aşkı ve eski sevgiliyi çağrıştırmaktadır -ki sözlerine bakıldığında çağrıştırmayacak gibi de değildir.

Benim bu şiiri paylaşmamdaki sebep ise bambaşka. Kısa süre içinde, muhtemelen yarın, şiir ve şairlikle ilgili ilginç bir konuya değinen enteresan bir yazı dizisine başlaycağım. Bu şiiri o yazılar için bir ön hazırlık olarak düşünebiliriz. Sebebini de bir sonraki şiir yazısında açıklayacağım. Şimdilik hoşçakalın.

"Maaş, Yıldız, Burun" Yasak


Atlas Tarih Dergisi'nin 2. sayısındaki bir kısmın usta ortaoyuncu İsmail Dümbüllü'ye ayrıldığından bahsetmiştim. Bu yazıya ek olarak bazı ünlü ortaoyuncular hakkında da bilgi verilmiş. Bunlardan ilgi çekici bulduğum Abdürrezzak Efendi hakkındaki hikayeyi dergiden aynen alıntılıyorum:

"Ortaoyunu, sansürüyle ünlü Abdülhamid döneminde en tehlikeli mesleklerden biriydi. Sahnede, sanatçının ağzından kaçacak bir kelime, sanat hayatını bitirmeye yeterdi. Bu konudaki en ünlü hikayelerden biri de Abdürrezzak Efendi'nin başından geçenlerdi.

Abdürrezzak (Abdi) Efendi, Abdülhamid devrinin en ünlü oyuncularından biriydi. Binbaşı rütbesine sahipti ve ayda bir kez padişahın ve sultanlarının huzurunda oyun sergilemekteydi. O dönemde Abdülhamid'i bu sıklıkta görmek herkese nasip olmuyordu.

Saray mızıkacıları sultanın pek sevdiğini bildikleri Abdürrezzak Efendi'den huzurda iken maaşlarını hatırlatmasını rica ederler. Abdi Efendi de mızıkacılardan dar bir çizme ister, planını hazırlar. Huzurda ayağında çizme oyununu oynarken bir ara çizmeyi çıkarmaya yeltenir. Dener ama çıkaramaz ve lafını patlatır: "Amma inatçı çizmeye tesadüf ettik, umumi maaş gibi senede bir defa mı çıkacaksın ayağımdan a mübarek?" Maalesef işler umduğu gibi gitmez, Sultan Abdülhamid çok sinirlenir, Abdürrezzak'ı huzurdan çıkartıp, "Bundan sonra hiçbir yerde oynamayacak" emrini verir.

Ancak Abdürrezzak'ın büyük hayranı olan hanım sultanlar bir zamandan sonra Abdülhamid'den oyuncuyu affetmesini ve sarayda tekrar oyun oynamasına izin verilmesini rica ederler. Sultan da bunun üzerine harem ağasına: "Abdi'yi bul onu affettim. Ama oyunda 'maaş, Yıldız (Abdülhamid'in sarayı), sultanım, burun(Abdülhamid uzun burnuyla tanınırdı)' kelimelerini söylemeyecek. Başka ne isterse söylesin" der.

Haremağası Abdi'ye gider. Ancak Abdürrezzak da "Abdi kulunuz eteklerinizden öpüyor, efendimizin niyeti oyun oynatmaksa çağırsın hemen geleyim. Yok niyeti oyun oynatmak değil de mevlüt okutmaksa Karagümrük'te oturan Hafız Sami'ye git" der.

1 Ağustos 2013

Dümbüllü'nün Kavuğu


Ortaoyunu geleneğinin son temsilcilerinden en büyüğü şüphesiz İsmail Dümbüllü. Osmanlı'nın son döneminde Halife Abdülmecid'in karşısında da 60'larda Süleyman Demirel'in karşısında da sahne almış olan İsmail Dümbüllü'yü çoğumuz pek tanımasak da "kavuk" söz konusu olduğunda ara ara ismini duyuyoruz. İsmail Dümbüllü Atlas Tarih dergisinin 2. sayısında anlatılmış, bu yazıyı yazmaya da o yazıyı okuduktan sonra karar verdim. Bu nedenle yazıyı Popüler Tarih - Dergi kategorisine koyuyorum ama yazıda işlenecek olan kavuk meselesini dergiyi değil internet üzerinde kendi yaptığım araştırmayı referans alarak işleyeceğim.

İsmail Dümbüllü'nün kavuğu bir nevi dönemin ustasının kim olduğunun sembolüdür. Fakat etrafta dolanan birçok kavuk efsanesi var. Hikayemize en çok kabul gören kavuk olan Ferhan Şensoy'un kavuğu ile başlayalım.

İsmail Dümbüllü kendisinden sonra ortaoyunu geleneğini sürdürecek olduğuna inandığı bir isim aramaktadır. Bir gün Kanlı Nigar oyununu seyrederken başrolde oynayan Münir Özkul'u beğenir ve kavuğunu ona verir. Kavuk Dümbüllü'ye de ustası Kel Hasan'dan kalmıştır. İsmail Dümbüllü ile Münir Özkul arasındaki devir teslimi belgeleyen bir fotoğraf da mevcuttur. Daha sonra Münir Özkul da kavuğu Ferhan Şensoy'a vermiştir. Bu devir teslimi belgeleyen bir fotoğraf da mevcuttur. Belki de her iki devir teslimi de belgeleyen fotoğraflar olduğundan Dümbüllü'nün kavuğu denince genellikle Ferhan Şensoy'daki kavuk bilinmektedir. Tiyatronun yeni üstadını belirleyecek kavuk devir teslimi de Ferhan Şensoy'dan beklenmektedir.

Atlas Tarih dergisinin İsmail Dümbüllü'nün damadı Mete Çıngay'a -dergide yanlışlıkla Çintay yazılmıştır.- dayandırdığı bir iddiaya göre ise İsmail Dümbüllü Kel Hasan'ın kendisine verdiği kavuğu kimseye vermemiştir. Münir Özkul'a verilen başlık bir festir. İsmail Dümbüllü kendine çırak olarak gördüğü için Münir Özkul'a bu fesi vermiştir. Dümbüllü'nin kızı İpek Çıngay da babasının kavuğunun bir banka kasasında olduğunu söylemektedir. Yine İpek Çıngay'ın iddiasına göre Münir Özkul'a fesin verilmesinden sonra olan Dümbüllü'nün cenazesinde kavuk da sergilenmiştir. Bu da Münir Özkul'daki başlığın kavuk olmadığını belgelemektedir.

Tiyatro sanatçısı Rauf Altıntak da kavuğun kendisinde olduğunu iddia etmektedir. Onun iddiasına göre İsmail Dümbüllü Kel Hasan'ın kendisine verdiği kavukla oynayınca saygısızlık yapmış gibi hisseder ve kavuğu Behzat Budak'a verir. Behzat Budak'ın Hazım Bey'e, Hazım Bey'in de Vasfi Rıza Bey'e verdiği kavuğun son durağı Rauf Altıntak'tır.

İddialar bununla da sınırlı değildir. Mehmet Esen de kendinde de bir takke olduğunu iddia etmektedir. Onun iddiasına göre ise Ferhan Şensoy'daki fesin bir benzeri de kendinde vardır. Bu iki takke de asıl kavuk değildir. Bu iddiaya göre İsmail Dümbüllü hem Münir Özkul'a hem de Erkan Yücel'e birer takke vermiştir. Münir Özkul takkesini Ferhan Şensoy'a verirken Erkan Yücel'deki takke Mehmet Esen'e geçmiştir.

Bununla da bitmedi. Mejdat Gezen'de de bir başlık bulunmaktadır. Müjdat Gezen'in söylediklerine göre İsmail Dümbüllü ortaoyunu oynarken kavuk, tuluat oynarken ise fes giymektedir. Bu iki nesne de sonradan Münir Özkul'a geçer. Münir Özkul kavuğu Ferhan Şensoy'a fesi ise Müjdat Gezen'e vermiştir.

Biraz karmaşık bir başka kavuk hikayesinin baş rolünde ise Nejat Uygur vardır. Bazı gazetelerde yer alan birtakım haberlere göre 2007 yılında bir törenle Dümbüllü'nün kavuğu Nejat Uygur'a verilmiştir. Fakat bu kavuğun nereden geldiği hakkında iz sürmem pek mümkün olmadı. Nejat Uygur'un  "Bu sahne kapanabilir, perdeler inebilir. Ama ben bu perde kapandığında, sizin sıkıntılarınızı da alıp götüreceğim." sözünü de söylediği törende takılan kavuk çok büyük ihtimalle sembolik bir kavuktur. Çünkü Nejat Uygur'a daha önce Bilecik'te ve Kadıköy'de de Dümbüllü'nün kavuğunun takıldığına dair haberler var. 2007'deki kavuk töreni hakkındaki ilgili haberlerde "Tartışma son buldu, Dümbüllü'nün kavuğu Nejat Uygur'a geçti" şeklinde iddialı ifadeler yer alması insanın kafasını karıştırsa da Nejat Uygur'un Kadıköy'deki törenden sonra söyledikleri bu kavukların sembolik olduğunu büyük oranda kanıtlamaktadır. Uygur bu törenden sonra kavuk hakkında şöyle konuşmuştur: “Biraz da bizi atışa getirdiler. Aslında Ferhan Şensoy’u çok severim. Kavuğun sahibi Ferhan da olabilir başkası da. Ama bir keresinde İsmail Dümbüllü benim Ayar Hamza adlı oyunumu izlemeye gelmişti. Oyun sonunda "Nejat, eğer seni Münir’den önce seyretseydim kavuğu sana verirdim" dedi. Bu olayı Dümbüllü’nün kızları, torunları da bilir.”

Kavuk nerededir, kimindir tartışması daha uzun yıllar sürecek gibi. Şimdilik medayada en itibar gören kavuk Ferhan Şensoy'daki. Bakalım ilerleyen yıllarda kavukla ilgili neler olacak?