25 Temmuz 2013

19. Tümen


Osmanlı ordusunda 19. Tümen 1. Dünya Savaşı yıllarında kurulmuştur. Yarbay Mustafa Kemal (Atatürk) komutasındaki tümen Çanakkale'de Arıburnu'na çıkan düşman birliklerini durdurarak büyük bir başarıya imza atmıştır.

Daha sonra 19. Tümen 15. Kolordu bünyesinde Galiçya Cephesi'ne gönderilir. Enver Paşa 1. Dünya Savaşı'nın kaderini bu cephenin çizeceğine inanmaktadır. Albay Şefik (Aker) komutasında başarılı çatışmalar çıkaran 19. Tümen daha sonra Filistin Cephesi'ne kaydırılır.

Atlas Tarih dergisinin Ağustos 2010 tarihli 2. sayısı Kudüs'teki savaşı işlediği konuda bu tümene de değinmiştir. Tümenin Kudüs'teki hikayesini dergiden de yararlanarak anlatalım:

1917'nin 7 Aralık ve 8 Aralık günlerini birbirine bağlayan gecede İngiliz birlikleri taarruz için hazırlanmaktadır. Şehri 20. Kolordu ile savunacak olan General Ali Fuat (Cebesoy) ise Yıldırım Ordular Grubu komutanı Erich von Falkenhayn ile sorunlar yaşamaktadır. Erich von Falkenhayn dini ve tarihi değeri büyük olan Kudüs'ün tahrip olmaması için şehri savunmaya pek de gönüllü değildir. Ali Fuat Paşa'nın takviye isteklerine olumlu yaklaşılmaz.

İngiliz taarruzu sisli geçede bir baskın şeklinde cereyan eder. Saat 03.30 sularında Albay Fahrettin (Altay) piyade ateşleri ve bomba sesleri geldiğini işiterek durumu 20. Kolordu kurmay başkanına bildirir. Fakat düşman baskını başarılı olmuştur. General Ali Fuat ileri mevzilerin düştüğünü görerek emrindeki birliklere geri çekilme emri verir. .

Sonrasında 8 Aralık günü sıcak çatışmalarla geçer. İletişim kopuklukları nedeniyle düşmanla temas etmeyen birlikler gerekli noktalara gönderilemez ve durum düzeltilemez. Saat 17.00 gibi von Falkenhayn 7. Ordu komutanı General Fevzi (Çakmak)'yi telefona çağırır ve Ali Fuat Paşa'nın cesaretini kaybettiğini söyler. Fevzi Paşa da 20. Kolorduya geri çekilme emri verir.

Sonrasında von Falkenhayn Kudüs'ü geri almak için bir karşı saldırı planlar. Avusturya ordusu levazım ambarları tarafından donatıldığı için techizat olarak diğer birliklerden çok daha iyi durumda olan ve önceki savaşlardan tecrübeli 19. Tümen bu saldırının bel kemiğini oluşturacaktır. Saldırı baskın şeklinde planlanmıştır ama İngilizler saldırıyı hazır bir şekilde karşılar. Diğer birlikler oyalamaya yönelik saldırıları yaparken Albay Sedat (Doğruer) komutasındaki 19. Tümen var gücüyle düşman birliklerine saldırır. İngiliz birlikleri Osmanlı ordusunu zorlukla da olsa durdurur ve Osmanlı birlikleri geri çekilmek zorunda kalır. Bu saldırı 19. Tümene 500 kadar askere mal olur.

Atlas Tarih dergisinde Erich von Falkenhayn'ın Filistin Cephesi'ne Almanya'da yıldızı sönmüş bir komutan olarak gönderildiği söylenmektedir. Fakat bu ifadenin doğruluğundan ben kendi adıma çok da emin değilim. Erich von Falkenayn'ın önemli bir mevkideyken Fransızlar'a karşı bir taarruzda taktiksel hata yaptığı -ki hatasına rağmen Fransızlar Almanlar'a göre daha fazla kayıp vermiştir- ve bu nedenle daha ehemmiyetsiz cephelere gönderildiği doğrudur. Fakat bu olaydan sonra, Filistin Cephesi'ne gönderilmeden önce von Falkenayn Romanya'ya ve müttefiki Ruslar'a karşı fevkalade başarılı bir harekat gerçekleştirmiştir.

Dergide bunun dışında von Falkenayn'ın harekatın başarısız olacağını bile bile sadece sivilini düzeltmek adına Kudüs'e karşı saldırı düzenlediği de söylenmektedir. Fakat buna rağmen Filistin Cephesi'nde von Falkenayn'ın sayıca ve donanımca rakibine göre zayıf durumda bulunan Osmanlı birlikleriyle düşmanına kendisinden daha fazla kayıp verdirdiği de bir gerçektir. Erich von Falkenayn'ın başarılı veya başarısız bir asker olduğu tartışmaya açıktır. Fakat dergide belirtildiği üzere kesin bir hükümle başarısız olarak nitelendirmek kanaatimce çok da doğru değil.

Son bir not olarak Çanakkale'ye gidenleriniz oradaki 57. Alay Anıtı'nı da görmüşlerdir. Anıtın yanında şehitliği de bulunan bu alay da Çanakkale Cephesi'nde 19. Tümen'e bağlıydı.


17 Temmuz 2013

İstanbul'un Cellat Mezarlığı


Osmanlı dönemindeki mesleklerden birisi de cellatlıktı. Bu kimseler yardımcılarıyla birlikte hem idam cezalarının infazlarını gerçekleştirirler hem de önemli bir devlet adamı İstanbul dışında öldürüldüğünde, bunu kanıtlamak için cesetlerin kellelerini kesip padişaha getirirlerdi. Yaptıkları iş birçoğumuza ürpertici geliyor. Peki halk cellatlara ne gözle bakardı? Cellatlar öldüklerinde nereye gömülürlerdi? Atlas Tarih dergisinin Haziran 2010 tarihli ilk sayısında bu konularda birkaç kelam var. Oradaki kısa bir yazıyı aynen alıntılıyorum:

"Halk arasında nursuz, sevilmeyen kimseler olan cellatlar her devirde korkulan ve çekinilen bir zümreydi. Osmanlı tarihinin gelmiş geçmiş en meşhur celladı hiç şüphesiz Kara Ali'ydi. Yardımcılarıyla birlikte yüzlerce can almış olan Kara Ali, kendisiyle aynı dönemde yaşamış olan ünlü Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sinin İstanbul bahsinde şu satırlarla konu edilmişti: 'Bu kolun (yani cellatların) üstadı kamili Kara Ali'dir ki pazularını sıyırıp, tigi ateştabını (kılıcını) kemerine bendedip sair işkence aletlerini kemerine asıp el ve ayak kıracak baltaları iki yanına tıkıştırıp, sair yamakları dahi aletleriyle kemerlerini süsleyip yalın kılıç merdane cümbüş ederek geçerler ki neuzübillah hiçbirinin çehresinde nur kalmamış zehir ademlerdir.'

Cellatlar öldüklerinde bile halk tarafından istenmemiş olacaklar ki Eyüpsultan sırtlarındaki Gümüşsuyu mevkii civarındaki özel cellat mezarlığına defnedilirlerdi. Cellatların mezarlarının başına yazısız, küfeki boylu ve iri bir taş dikilir, bu taşlarda hangi mezarda kimin yattığına dair bir kayıt bulunmazdı. Cellat mezarlarının bir diğer özelliği de hayatları boyunca can alarak yüzlerine çalınan görünmez karanın öldükten sonra mezar taşlarına yansımasıydı: Cellat mezarları, diğer Türk mezarlarının aksine türlü renkte ve altınla boyanarak süslenmez, taşın kendi doğal renginde de bırakılmaz, baştan aşağıya siyaha boyanır; siyah boya soldukça tazelenirdi."

Bahsedilen yerdeki mezarlık bugün söylendiği yerde bulunmamaktadır. Mezarlıktan geriye sadece birkaç taş kalmıştır. Onlar da boyası tazelenmediği için siyah renkte değildir.

16 Temmuz 2013

Hz. İsa'ya Saplanan Mızrak


İslam inancına göre Hz. İsa çarmıha gerilmemiştir. Çarmıha gerilen Hz. İsa'ya benzeyen veya benzetilen bir başkasıdır. Allah Hz. İsa'yı daha öncesinden göklere çıkarmıştır.

Hristiyan inancına göre ise Hz. İsa çarmıhta öldürülmüştür. Yuhanna İncili Hz. İsa'nın öldürülüşünde bir mızraktan bahseder. Bu mızrağın öyküsü Katolik inancına göre kutsal metin sayılmayan Nikodemos İncili'nde geçmektedir.

Atlas Tarih dergisi Haziran 2010'da çıkardığı ilk sayısında bu konuyu ele almıştır. Orayı kaynak olarak kullanarak bu mızrağın hikayesine bakalım.

Efsaneye göre Hz. İsa'ya mızrak darbesini vuran Longinus ismindeki kör bir askerdir. Mızrak darbesinden sonra fışkıran kanın yüzüne gelmesiyle gözleri açılan Longinus oracıkta hemen Hristiyan olur ve şehit edilerek azizler listesine girer.

Daha sonra adı pek geçmeyen mızrak bir rivayete göre 6. yüzyılda Persler'den alınarak İstanbul'a getirilir. Persler de mızrağı Kudüs'ü işgal ettiklerinde almışlardır. 1204'teki Haçlı Seferi'nin Bizans'ı da hedef almasının ardından kurulan Latin İmparatorluğu'nun başı II. Bauodin mızrağı IX. Louis'ye satar. Fransa kralının kutsal emanetler için inşa ettirdiği Sainte-Chapelle'de korunan mızrak Fransız İhtilali'nin ardından Milli Kütüphane'ye nakledilir. Daha sonraları ise mızraktan haber alınamaz.

Gel gelelim bu Hz. İsa'yı öldüren mızrak olduğu iddia edilen tek mızrak değildir. Haçlı Seferleri esnasında Antakya Hristiyanlar tarafından ele geçirilir. Fakat Atabey Kerboğa ordusuyla kenti kuşatır. Haçlılar açlık ve bitkinlikten teslim olma noktasındadır. Takvimler 1098 yılını göstermektedir. Bu esnada Toulouse Kontu'nun ordusuna mensup bir keşiş olan Pierre Barthelemy bir rüya görür. Bu rüyadan yola çıkarak şehirdeki katedralin döşeme taşlarını kaldırtarak mızrağı bulur. Fakat birçok kişi asıl mızrağı İstanbul'da görmüştür. Bu nedenle gerçekliği sorgulanmaktadır. Yine de Haçlı Ordusu şevke gelerek Selçuklular'ı püskürtür. Ama bir türlü şüpheler ortadan kaybolmaz. Askerler olanların orduyu şevke getirmek için düzenlenen bir kurmacadan ibaret olduğunu iddia ederler. Keşiş Barthelemy ateşle imtihanı kabul eder ve elinde mızrakla 1099 yılının Nisan ayında ateşin içinden geçer. Ağır yanıklarla kurtulunca mızrağın kutsal olduğuna inanılsa da keşişin çok geçmeden ölmesi mızrağın kutsal olmadığı inancını doğurur.

Bir başka mızrak da Bizans hazinesinden Osmanlı'ya geçmiştir. Bu mızrağın Antakya'daki mızrak mı yoksa başka bir mızrak mı olduğu bilinmez. Sultan Cem Avrupa'ya sığındığı vakit Papa işin içine Sultan Cem'i de karıştırarak bir Haçlı Seferi tertip etme düşüncesindedir. Sultan Cem Osmanlı içinde karışıklık çıkarabilecek nitelikte bir isimdir. Aklı Hristiyan olup böyle bir sefere katılmaya yatmasa bile Sultan Cem'in Avrupa'nın elinde bulunması Osmanlı için bir tehdittir. Bu nedenle II. Bayezid Papa'nın gönlünü hoş tutmak için bu mızrağı ona hediye eder. Bu mızrak bugün San Pietro Katedrali'nin ana kubbesini taşıyan dört ana sütunun birinin içindedir.

Gerçek olduğu iddia edilen bir başka ünlü mızrak ise Avusturya'da sergilenmektedir. Gel gelelim İzmir'deki Katolik cemaati bile gerçek mızrağın kendi ellerinde olduğunu iddia etmektedir. Bu nedenle gerçek mızrağın var olup olmadığı ve nerede olduğu tam bir muammadır.

İlginç bir başka hikaye de Hitler'in de mızrağa ilgi göstermesidir. Onun inanışına göre mızrağı vuran kişi Cermen kökenlidir ve genç bir Yahudi hahamının böğrünü delmekle pek hayırlı bir iş yapmıştır. Bu nedenle II. Dünya Savaşı sırasında Hitler Avusturya'daki mızrağa el koymuştur.


15 Temmuz 2013

Puslu Kıtalar Atlası - İhsan Oktay Anar


İhsan Oktay Anar'ın Puslu Kıtalar Atlası İTÜ öğrencilerince çok bilinen bir kitaptır. Çünkü Türkçe derslerinde genelde ödev olarak okutulmaktadır. İyi ki de okutulmaktadır çünkü kitabın ilk cümlelerini okuyan bir kişi eski kelimelerden sıkılıp kitabı hemen elinden bırakabilir fakat ödev, yani zorunlu olması öğrenciyi kitabı okumaya itmektedir. Kitabın ilk cümlelerinden sonrası ise su gibi akmakta ve okuyana büyük keyif vermektedir.

Puslu Kıtalar Atlası varlık felsefesi üzerine kurulu, onlarca küçük hikayenin temel bir öykü akışına ustalıkla bağlandığı fevkalade bir kitap. Okurken hem az çok eski Osmanlı İstanbul'unu tanıyacak hem kurgusal müthiş mesleklere, nesnelere tanık olacak hem de felsefi sorularla haşır neşir olacaksınız.

Kitap teknik olarak bir kaç hatalı bilgi barındırıyor gibi görünse de -misalen merkezkaç kuvvetinin ağırlığı ortadan kaldıracağı fikri bana pek doğru gelmedi- Otto von Güricke'nin Magdeburg deneyleri gibi enteresan konulara da değiniyor.

Hem hoşça vakit geçirmek hem de kitaptan bir şeyler kazanmak isteyenlere önerilebilecek şahane bir kitap İhsan Oktay Anar'ın bu kitabı.

12 Temmuz 2013

Yıkılamayan İmparatorluk Futbol - Serhat Hürkan


Türk literatüründeki futbol hakkında çıkarılmış ender detaylı kitaplardan birisi Yıkılamayan İmparatorluk Futbol. Özellikle Osmanlı'nın son zamanları ile cumhuriyetin başlarındaki Türk futbolu hakkında aydınlatıcı bir kitap. Kitabı okuduğunuzda günümüzün köklü kulüplerinin geçmişlerini ve kaybolup giden kuyruklu yıldızları görebilirsiniz.

Kitap dünya futbolu hakkında da ilginç bilgiler barındırıyor. Avrupa'dan da Güney Amerika'dan da ilginç detaylar barındırıyor. Fakat dünya futbolu kısmı çok da araştırılmadan yazılmış izlenimi veriyor. Mesela kitap Hırvatistan futbolundan bahsederken Dinamo Zagreb - Croatia Zagreb çekişmesinin en önemli rekabet olduğunu söylüyor. Gel gelelim bu iki isim aynı kulübün farklı zamanlarda kullandığı iki farklı ad. Yugoslavya'nın dağılmasından sonra Hırvatistan'ın Avrupa kupalarına sıklıkla katılması muhtemel takımı Dinamo Zagreb yeni kurulan ülkeyi dünyaya tanıtmak için ismini Croatia Zagreb olarak değiştirir (Arada kısa süreli bir isim değişikliği daha vardır, fakat anılması çok gerekli değil.). Fakat kulüp taraftarları tarafından bu isim pek de benimsenmez. Bunun üzerine 2000 yılında kulüp ismini tekrar Dinamo Zagreb'e çevirir. Futbol hakkında bir kitap yazılıyorsa ve bu kitap Hırvatistan futbolundan da söz etmeye kalkışıyorsa en azından bu kadarı araştırılmalıydı diye düşünmeden edemiyor insan.

Her şeye rağmen kitap Türk ve dünya futbolu hakkında kabaca genel kültür edinmek için okunabilir.

Kristof Kolomb'un Coğrafya Bilgisi


Bilindiği gibi Kristof Kolomb Amerika kıtasını keşfederek yeni dünyanın kapılarını açan kaşif. Peki bu kaşifin coğrafya bilgisi ne alemdeydi? Kristof Kolomb'un doğru bildiği yanlışlar hakkında National Geographic dergisi bir yazı yayınlamış ve bu yazıyı Atlas Dergisi Mayıs 1993 tarihli 2. sayısında alıntılamış. Ben de oradan sizlere aktarıyorum:

"- Ekvator'un çevresinin uzunluğunu şimdikinden yüzde 25 daha fazla zannediyordu. Ekvator'un uzunluğu 40.000 km'den biraz fazladır.

- Dünyamızım çoğu suyla kaplı olduğu halde Kolomb'un dünyasının altı parçası kuru, sadece bir parçası suydu.

- Orta Amerika'yı Güneydoğu Asya'da kabul ettiğinden Pasifik Okyanusu'nu haritaya koymuyordu. Atlantik Okyanusu'nu Çin Denizi'nden ayırıyordu.

- Küba'yı Çin'in bir parçası zannediyor, günümüzde Haiti ve Dominik Cumhuriyeti'nin üzerinde bulunduğu Hispanola adasını Marco Polo'nun Japonya'ya verdiği isim olan Cipangu diye adlandırıyordu."

11 Temmuz 2013

Perlmutter Ailesi - Panait Istrati


Romanyalı bir Yahudi ailesinin fertlerini anlatan Perlmutter Ailesi herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği karakterleri işleyen bir yapıt. İyi bir gelecek için çabalayıp da yalnızlığa mahkum olan, sevdiği için her şeyini feda edip sonrasında elleri bomboş kalan, haksızlıklara karşı çıktığı için sürgünlerden başı kurtulmayan insanlar herkese kendisinden bir şeyler çağrıştıracak.

"Köstence, Romanya'nın küçük bir İstanbul'udur.Ovidius'un sığındığı bu topraklar üzerine uzanmış olan bu şehrin, o mutsuz Latin ozanının adını taşıyan bir alanındaki düşünceli heykeli Romanyalıların yüreklerini Latin ırkından gelmenin büyük gururuyla çarptırır. Türkler, Yahudiler, Bulgarlar, Ermeniler, Rumlar, Tatarlar burada omuz omuza yaşar, her türlü alışverişte bulunur ve Rumen kulaklarına Yakın Doğu'nun bütün dillerini duyururlar."

Moğollar'ın Gizli Tarihi


Moğollar'ın Gizli Tarihi üç kuşak boyunca Moğol tarihini anlatan ve şans eseri günümüze ulaşabilmiş eski bir kitaptır. Hikayesini Atlas dergisinin Mayıs 1993 tarihli 2. sayısını kaynak olarak kullanarak anlatıyorum:

Cengiz Han'ın ölümünden 13 yıl sonra bir kurultay toplanır. Yakın zamanda öleceğini hisseden Cengiz'in halefi Ögeday bu kurultayda icraatları hakkında bir kitap yazılmasını emreder. Böylece Cengiz Han'ın doğumundan itibaren üç kuşak boyunca Moğol tarihini anlatan kitap yazılır. Yazarı bilinmeyen bu kitap imparatorluk ailesine tahsis edilir ve arşive kaldırılır.

13. yüzyılın ikinci yarısında Moğollar'ın Kubilay Han komutasındaki kolu Çin'i topraklarına katar. Bu dönemde Kubilay Han'ın emriyle Çinli baskı ustaları Çin harflerini kullanarak fakat Moğol dilinde bir Moğol tarihi yayınlarlar. Bu kitap muhtemelen 1240 yılında yazılan gizli tarihin bir kopyasıdır.

Daha sonra iktidarı geri alan Çinliler arşivlerdeki tüm Moğolca eserleri imha ederler. Fakat Çin harfleri kullanılarak yazılan bu kitap gözden kaçar. Bu sayede yok olmaktan kurtulan kitap 700 yıl kadar Çin arşivlerinde kaldıktan sonra gün yüzüne çıkar.

10 Temmuz 2013

Lanetli İkona - Bill Napier


Londralı antika kitap satıcısı Harry Blake'e gelen bir iş teklifi sonrası gelişen olayları anlatan kitap Dan Brown kitaplarının atmosferini yaşatacak başka kitaplar arayanların ilgisini çekebilir. Kitapta birbiri arasında yüzlerce yıl olan iki hikaye işleniyor, takvimlerle alakalı ilginç ayrıntılar aktarılıyor ve sık sık Türkiye ile ilgili şeylerden bahsediliyor.

Özellikle maceranın sürükleyiciliği ve Jülyen, Gregoryen ve John Dee takvimleri hakkında detaylı bilgi vermesi kitabı çekici kılıyor. Fakat işin kötü yanı John Dee takvimi anlatılırken, kitabın orijinalinde de mi öyledir yoksa çevri hatasından mıdır bilinmez, matematiksel bazı hatalar yapılmış. Doğru şeklini öğrenebilmek için biraz kafa yormak ve araştırma yapmak gerekiyor. Bunun dışında kitabın sonları da beklenen vurucu etkiyi yapamamış. Bu haliyle Lanetli İkona sadece macera severlere hitap eden bir kitap.

7 Temmuz 2013

Olimpos'un Kayaları Neden Yanar?


Olimpos'taki dağın kayalarının kayaların altından sızan bir gaz nedeniyle yandığı bilimsel olarak ortaya kondu. Fakat bu kayaların neden yandığıyla alakalı Yunan mitolojisinde güzel bir hikaye var. Yine Atlas Dergisi'nin Nisan 1993 tarihli 1. sayısını kullanarak hikayeyi kısaca anlatıyorum. Onlar da Homeros'un İlyada'sından almışlar:

Bellerophontes Sisyphos'un oğlu Korinthos kralı Glaukos'un oğludur. Fakat asıl babasının deniz tanrısı Poseidon olduğu söylenir. Tanrısal özelliklerini de buradan almıştır. Tanrılar onu özene bezene yaratmıştır. Fakat onun hayatta istediği tek şey o rüzgarla gece gündüz yarışan, dize gelmez kanatlı at Pegasus'a sahip olmaktır. Bir gün bu derdini Korinthoslu bilici Polyidos'a açar. Polyidos delikanlıya dizgini yaratan ve hayvanarı evcilleştiren Athena'nın tapınağında bir gece uyumasını önerir.

Bellerophontes denileni yapar ve rüyasında Athena'yı görür. Athena ona derdine deva olması için parlayan bir şey uzatır. Sonra Bellerophontes uyanır ve yanında altından bir dizgin bulur. Ardından Pegasus'u bulmak için düşer yollara ve çok geçmeden de Pegasus'u bir kaynaktan su içerken bulur. Pegasus delikanlıdan kaçmaz ve Bellerophontes Pegasus'a sahip olur, gece gündüz onun sırtında uçmaya başlar.

Daha sonra her nasıl olduysa Bellerophontes kazayla kardeşi Belleros'un ölümüne sebep olur. Bellerophontes ismi de Belleros'u öldürmüş olmasından dolayı ad olur ona. Bu olayın ardından Bellerophontes Argos'a varır ve Kral Priotos'a sığınır.

Kral Priotos'un karısı Bellerophontes'e vurulur fakat delikanlıdan karşılık bulamaz. Bu nedenle kadın Bellerophontes'in kendisinin koynuna girmek istediği yalanını uydurarak durumu Priotos'a bildirir. Priotos ya delikanlıya kıyamaz ya da elini onun kanına bulamak istemez. Bu nedenle Bellerophontes'i öldürme işini kayın babası olan Lykia kralı Iobates'e havale eder. Bu yönde bir mektup hazırlar ve Bellerophontes'e Pegasus'la hızlıca uçarak mektubu Lykia kralına vermesini söyler. Bellerophontes her şeyden habersiz denileni yapar.

Lykia kralı Bellerophontes'i bir süre ağırladıktan sonra mektubu alır. Şaşırır ve üzülür. Konuğunu öldürmek bir krala yakışmayacaktır. Fakat damadını da kırmak istemez. Bu nedenle Iobates Bellerophontes'i bir savaşa göndermeye karar verir. Düşman başı aslan, gövdesi keçi, kuyruğu yılan olan ve ağzından alevler saçan Khimaira'dır ve Bellerophontes onunla teke tek dövüşecektir. Böylece Lykia kralının eli konuğunun kanıyla bulanmamış olacak fakat Khimaira damadının isteğini yerine getirecektir.

Fakat altında Pegasus olan Bellerophontes Khimaira için kolay lokma değildir. Pegasus'la uçarak canavarın alevlerinin yetişemeyeceği kadar yükseklere çıkar ve oradan attığı isabetli oklarla Khimaira'yı öldürür. Ardından Bellerophontes Khimaira'yı alır ve orada bulunan dağın ağzından içeri atar. Derler ki o gün bugündür Olimpos'un kayaları bu canavarın ateşi nedeniyle yanmaktadır.

6 Temmuz 2013

Cem Sultan - Jean-Marie Chevrier


Osmanlı tarihinin şüphesiz en bilinen şehzadelerinden biri -belki de en bilineni- Cem Sultan. Aslında Cem Sultan diye adlandırmak pek de doğru olmayabilir. Çünkü Osmanlı tarihi anlatılırken padişahların eşlerinin, kız kardeşlerinin veya kızlarının isimlerinin sonuna Sultan unvanı gelmekte, şehzadelerin ise isimlerinin başına Sultan unvanı getirilmektedir. Buradan hareketle belki de Sultan Cem demek daha doğru olacaktır.

Sultan Cem'in hayat hikayesi trajiktir. Kardeşi II. Bayezid ile taht mücadelesine girişip kaybettikten sonra Mısır, Rodos, Fransa ve Roma'da güç toplama umuduyla sürgün hayatı yaşamıştır. Batı dünyasının Osmanlı'ya karşı koz olarak elinde tuttuğu Sultan Cem'in hayat hikayesi üzerine yazılmış bir roman olan Cem Sultan'da yazar şehzadeyi "krallığı olmayan bir prens" olarak tanımlıyor. O dönemki siyasal olaylardan ziyade Sultan Cem'in kişisel hayatına yoğunlaşan Roman Sultan Cem hakkında kabaca bir fikir edinebilmek ve bir süre güzel vakit geçirebilmek için okunabilir.

"... Onu bu tarihte ailenin destanına kaydetmekle görevlendirilen yazıcılar, o sayfaların en başına şunu yazmışlardı: 'Allah'ın adıyla, alemlerin rabbi, onun peygamberi Muhammed ve onun soyundan gelenlere inanır ve onları selamlarız.' Sonra da fırçalarını yıkamış ve Hacı Bektaş taşından yapılma hokkalarının gümüş kapaklarını kapamışlardı. Büyük bir beyaz boşluk ve uzun bir bekleyiş..."

3 Temmuz 2013

Evliya Çelebi'nin Gözünden Piramitler ve Sfenks


Osmanlı topraklarının ünlü seyyahı Evliya Çelebi'nin notları arasında Mısır da var. Mısır'la ilgili genel bilgilere yer veren Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sinde bölgenin çok ilginç özellikleri de yer alıyor. Mısır'ın en ilginç yapıları sayılabilecek piramitler ve sfenks hakkındaki bölümün bir kısmını Atlas Dergisi'nin Nisan 1993 tarihli 1. sayısından alıntılıyorum:

"...Üçü beraber Kaf Dağı gibidir. Büyük ehrama Belbehis Dağı, ortadakine Mülheviyye ve küçüğüne Ebülhevl Dağı derler. Bu yapma dağlar hakkında nice bin söylence vardır.

Bazıları tufandan evvel Ad oğlu Şeddad yaptı derler. Halife Me'mun, ehramlardaki defineyi elde etmek için tam yedi ay odunlar yığdırıp, ateşler yakıp, üzerine sırıklar döküp ve mancınıklar atarak ancak yirmi arşın yerini yıkabildi.

Surid Melik 'Ben bunu altı yılda yaptım, benden sonra gelen hükümdarlar 600 yılda yıkabilsinler' diye mertlik iddiasında bulunmuş. Hakir, yüz kantar siyah barut ile altı hazineli bir Kandiye kalesi lağımı atsam bu ehramları berhava edip temeli bile bulunmaz yaparım ama doğrusu yeryüzünde böyle büyük bina görmedim.

...

Bir keresinde İmrahor Ağa ile Behlül Ağa'nın ve başka ağaların adamlarından 45 kişi alarak meşaleler, muşammalı fanuslar ile büyük ehramın kapısından Besmele ile girdik. Hakir, kıblenümaya ve saate baktım. Güney tarafa tam 700 adım gittik.

...

Buradan 50 adım yokuş aşağı gittik. Su ile dolu bir havuz vardı. Etrafında karakuş gibi kuşlar, kenarlarında karga gibi kuşlar oturmuşlar, bizi görünce hepsi kanatlarını vurup öyle gürültülü uçuştular ki beyinlerimiz güya kulaklarımızdan aktı. Elbiselerimiz berbat oldu.

Arkadaşlar 'çıralarımız az kaldı' dediler. Hepimize bu kanat gürültüsünden bir korku düştü, geri gidelim, meşaleler sönerse halimiz neye varır derken, kuşlar tarafından öyle bir rüzgar koptu ki, kuş şiddetinden helak olma derecesine geldik. Meşalelerimize, suratlarımıza kanatlarını vura vura bizi usandırdılar.

Allah bir daha girmeyi nasip etmeye.

...

Sfenks küçük ihramın doğusunda hamam kubbesi kadar beyaz taştan koca kelledir. Kaşı, başı , gözü, dişi, kulakları ve gerdanı var. Başı üzerinde yüz kişi oturabilir. Canlı gibidir, güya tebessüm eder durur.

Eski zamanda bu kelle gelip geçenle konuşurmuş. Mısır üzerine asi bir padişah geleceğini, kıtlık olacağını, yağmur yağmayacağını, Nil'in ne kadar taşacağını, kimin ölüp kimin ölmeyeceğini, velhasıl bütün beş adet bilinmeyenden haber verirmiş. Hatta Hazreti Musa'ya bunun konuştuğunu söylemişler.

Hazreti Musa gelmiş, onun sözlerinden sonra: 'Her şeyi söylersin, Allah'ın hak peygamberine de iman et' buyurmuşlar. 'İdris peygamberi bilirim gayrısını bilmem' deyince, gazaplı bir kimse olan Musa asasıyla başa vurup 'Sus ya mel'un' der. O günden beri konuşmaz. Asanın vuruluşundan başı gözü kırıktır."

Buradan anlıyoruz ki yıllardır filmlerde atıfta bulunulan Sfenks'in burnunun kırık olması mevzusunda Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sinin de bir yorumu var.