24 Nisan 2023

Normandiyalı Piç William

Normandiya Dükü I. Robert yasal bir varise sahip olmadığı için gayrimeşru oğlu William'ı tahtı için varis tayin eder. Gayrimeşru bir birlikteliğin meyvesi olmasından dolayı Normandiya dükü William Piç William (William the Bastard) olarak anılır. Denilene göre William kendisine böyle dendiğini bilir fakat kendisinden bu şekilde bahsediliyor olmasından dolayı bir rahatsızlık duymazmış.

William'ın hikayesinde gayrimeşru bir çocuk olarak tahta geçmiş olmasının dışında da bazı aykırılıklar vardır. Ortaçağda evlilikler yoluyla aileler arasında ittifaklar kurulması olağandır. Fakat bu şekilde bir evlilik yapmış olan bir soylunun eşine karşı sadık olması pek olağan değildir. Nitekim soyluların meşru çocuklarının yanında gayrimeşru çocuklarının da olması sıkça görülen bir şeydir. Benzer şekilde Matilda isimli soylu bir kadınla evlenmiş olan William ise tarihi kayıtlara göre eşine sadık görünmektedir, bilinen gayrimeşru bir çocuğu yoktur.

William dükalık tahtındayken İngiltere tahtında da çocuğu olmayan bir kral vardır: Günah Çıkartan Edward (Edward the Confessor). William Edward'ın kendisini ölümünden sonra İngiltere tahtına çıkacak kişi olarak seçtiğini iddia etmektedir. Fakat Edward'ın ölümünün ardından ölüm döşeğinde tahtı kendisine bıraktığını iddia ederek Harold Godwinson tahta çıkar. William bunu kabul etmez, iddiasına göre taht için ona söz verilmiştir ve taht kendi hakkıdır. Tahtın aslında kendi hakkı olduğunu iddia eden tek kişi William da değildir. Harold Godwinson'ın kardeşi Tostig Godwinson ve Norveç kralı Harald da tahtta hak iddia edenler arasındadır. İlk harakete geçen Tostig Godwinson olur fakat ufak eylemlerinden sonuç alamayarak geri çekilir. William ise Normandiya'dan Britanya'ya geçmek için ordu ve donanmasını hazırlamaya başlamıştır.

Ağustos ayı geldiğinde William'ın ordu ve donanması hazırdır fakat Manş Denizi'ni geçmesine uygun şartlar yoktur. Rüzgarlar ordunun karşıya geçmesine izin vermez ve zorunlu bir bekleyiş başlar. Harold Godwinson da Manş Denizi'nin karşı kıyısında beklemektedir fakat ordusunu oluşturanların hatrı sayılır bir kısmı askere alınmış çiftçilerden oluştuğu için Eylül ayında hasat nedeniyle ordusunun bir kısmını serbest bırakmak zorunda kalır. Fakat William'ın ordusu hala aynı güçte ve hazırdır. Daha sonra Norveç kralı Harald, Harold Godwinson'ın kardeşi Tostig ile birlikte kuzeyden Britanya'ya çıkar ve işgale başlar. Harold Godwinson bu ittifakın karşısına çıkar, onları mağlup etmeyi başarır, gel gelelim ordusunda kayıplar vardır. Fakat William'ın ordusu hala aynı güçte ve hazırdır. Sonunda rüzgarların muhalefeti sona erer, William Normandiya'daki yönetimi eşi Matilda'ya bırakarak Britanya'ya geçer. Hastings Ovası'nda gerçekleşen savaş sonucunda Harold Godwinson öldürülür, William Londra'ya doğru ilerler ve İngiltere tahtına geçer. Artık Normandiyalı Piç William'ın yeni bir adı vardır: Fatih William (William the Conqueror).

Bazen hayata baktığımda da benzer şeyler görürüm. Bir an önce karşı kıyıya geçmeye can atarken muhalefet eden ve bu nedenle de can sıkan rüzgarların bazen tüm yaptığı daha uygun koşullar oluşana kadar insanı olduğu yerde tutmak olur.

5 Nisan 2023

İçimi Dökerken: Hollanda Milli Futbol Takımı

Aslında bu blog'u günlük gibi kullanmak, sızlanıp dert yanmak pek istediğim bir şey değil ama hayatım ve Hollanda Milli Futbol Takımı arasındaki benzerliği dile getirmeden de edemeyeceğim.

Hollanda futbol konusunda dünyanın önde gelen ülkelerinden birisi. Futbolu takip ettiğim zamanlarda ara ara kötü dönemler geçirmiş olsa da çoğunlukla saygı duyulan, çekinilen bir rakip. Üçgenler kurarak yaptıkları pas trafiği ve işi top cambazlığına çevirmeden tekniğini sergileyen özel futbolcuları her zaman ilgimi çekmiş ve takdirimi kazanmıştır. Hollanda efsanesi Johan Cruyff'un bir lafı vardır: "Futbol basit bir oyundur, zor olan futbolu basit oynamaktır." Hollanda genel olarak futbolu basit oynamada mahir bir takım olmuştur.

Benim daha doğmadığım zamanlardaki futboldan konuşurken babam "Hollanda turnuvalarda gelene geçene üç beş atardı, kesin kupayı alır denirdi ama finalde Almanya'ya 1-0 kaybederdi." gibi bir şey söylemişti. Aslında babamın anıları biraz karışık. Muhtemelen Hollanda'nın iki kez üst üste final oynadığı 1974 ve 1978 Dünya Kupalarını hatırlıyor. İlkinde ikinci tur gruplarında Brezilya'yı 4-0, Doğu Almanya'yı 2-0 ve Arjantin'i yine 2-0 yenerek yenilgisiz, hatta gol yemeden finale çıkmış, finalde Batı Almanya ile karşılaşmış ve Batı Almanya'ya elenmiş fakat maçın skoru 1-0 değil 2-1. 1978 Dünya Kupası'nda ise ikinci tur gruplarında Avusturya'yı 5-1 yenmiş, Batı Almanya ile 2-2 berabere kalmış ve İtalya'yı 2-1 yenip yine finale çıkmış. Fakat bu seferki rakibi Arjantin olmuş ve finalde 3-1 kaybetmiş. Her ne kadar anılarla gerçekler tam olarak örtüşmese de mesaj açık: Hollanda finale gelene kadar fırtına gibi eser ama finalde kaybeder. Kendimle benzeşim kurduğum nokta da burası.

Ayrıca bir benzer senaryoyu da ben bizzat gördüm. 2010 Dünya Kupası'nda finale gelene kadar maç kaybetmeyen, önüne geleni deviren Hollanda finalde dünyaları kaçırmış ve İspanya'ya 1-0 mağlup olmuştu. Bir de Euro 2000 yarı finali var, normal sürede İtalya'ya karşı 2 penaltı kaçıran Hollanda 0-0 biten normal sürenin ve uzatmaların ardından seri penaltı atışlarında da penaltı kaçırmaya devam etmiş ve elenmişti.

Hayatımda tarihinde 3 defa finale çıkıp da hiç Dünya Kupası kazanamamış olan Hollanda'yı aratmayacak serüvenlerim oldu. Her şey peri masalı gibi başlar, gidişat hayli ümit vericidir fakat bir noktada bir şey olur, ben ne olduğunu göremem, anlayamam. Bir şekilde gündüz yüzünde güller açan insan akşamına bana soğuk davranmaya başlar. Halbuki daha benim anlatacak çok güzel hikayelerim vardı.

Şimdi burada şöyle bir şey var, Hollanda benim izlemiş olduğum finalde bir dünya gol kaçırmıştı, belki benim durumum da benzer ama burada bir futbolcuyu anmadan geçmeyeceğim: Umut Bulut. Süper Lig'de Ankaragücü, Trabzonspor ve Galatasaray'da oynamış olan Umut her ne kadar sık sık sezonda 10-15 arası gol atsa da en bilinen özelliği durmadan gol kaçırmasıydı. Fakat genelde gözden kaçan bir nokta vardır, Umut durmadan rakip defansla boğuşur, kaçırdığı gol pozisyonlarının çoğunu kendi imkanlarıyla oluştururdu. Aslında benim durumum da benzer, her ne kadar sonunda bir şey elde edememiş olsam da "Ben elimden geleni yaptım, son dokunuşa kadar bu meseleyi ben sürükledim" diyebiliyorum.

Gel gelelim sonunda vardığım nokta Serdar Ortaç'ın "Aşk bu kızılötesi, yaralı müzesi, hareket edemem" sözlerinin bana gayet anlamlı gelmeye başlamış olması. Geçenlerde de birisi benim için bir tarot kartı çekmişti ve çıka çıka aşağıdaki eli kolu bağlı, hareket edemeyen adam çıktı.


Hareket edememe mevzusu yeni bir adım atmaya takatimin kalmaması ya da gurur yapmamın gerekmesi gibi bir şey de değil. Maalesef bazı ortamlar, bazı durumlar belli bir yerden sonra hareket etmeye müsaade etmiyor. Umut Bulut 40 yaşına gelmiş, bir alt ligde hala futbol oynamaya devam ediyor, ben de devam etmek isterim ama işte...

Bu arada son Dünya Kupası'nda olmayacağını bile bile belki şu kör talihini kırar da bunun bana da yansıması olur diye Hollanda milli takımını destekledim. Hollanda'nın beni umutlandırıp sonra da utandırdığı çeyrek final maçı aslında kör talihin devam edeceğini çok önceden bana fısıldamış fakat o günün şartlarında ben görmezden gelmişim. Bir gün birine kendimi buz üzerinde kayan bir araba gibi hissediyorum demiştim, ne durabiliyorum ne de dümen kırabiliyorum. Bakalım sonunda nereye çarpıp nerede duracağım.

17 Ocak 2023

Işık ve Renkler Üzerine

Renk dediğimiz kavram aslında gözümüzden içeri giren farklı frekanslardaki ışınlara karşılık beynimizin farklı görüntüler oluşturması. Bu yazıda ışık ve renk ilişkisine biraz daha yakından bakmak istedim.

* Bilgisayar ekranlarımızdan elde ettiğimiz görüntü piksel olarak adlandırdığımız küçük kareciklerden dışarı ışık yansıtılmasıyla oluşur. Her piksel kırmızı, mavi ve yeşil renkli ışıkların belli bir karışımını yansıtır ve her bir pikselde belli bir renk görürüz. 

Eğer hiç ışık yansıtılmazsa göreceğimiz renk siyahtır. Tüm ışıklar tüm güçte yansıtılırsa göreceğimiz renk beyazdır. Sadece kırmızı ışık tüm güçte yansıtılırsa kırmızı görürüz, sadece kırmızı ışık yarı güçte yansıtılırsa daha koyu bir kırmızı görürüz. Kırmızı ve mavi tüm güçte yansıtılırsa görünen renk macenta (fuşya) olur. Benzer şekilde kırmızı, mavi ve yeşil ışıkların farklı miktarlarda yansıtılması ile farklı renkler elde edilir.

* Kağıda baskı alırken ya da boya ile resim yaparken olan şey bilgisayar ekranında olanın tam tersidir. Kağıt tüm ışıkları yansıttığından beyazdır. Kağıdın bazı ışıkları yansıtması engellenerek renkli görünüm elde edilir. Kağıda sarı boya sürüldüğünde mavi ışığın yansıması engellenir. Yansıyan kırmızı ve yeşil ışıklar da sarı rengi oluşturur. Üç ana renkten kırmızının yansımasını engelleyen boya cam göbeği (cyan), yeşilin yansımasını engelleyen boya macenta (fuşya) ve mavinin yansımasını engelleyen boya sarıdır. Bu üç boyanın farklı miktarlarla karıştırılmasıyla farklı renkler elde edilebilir. Örneğin kırmızının yansımasını engelleyen cam göbeği ile mavinin yansımasını engelleyen sarı karıştırıldığında sadece yeşil ışınlar yansıyabilir ve bu renk elde edilir. Cam göbeği, macenta ve sarının iyice karıştırılması durumunda ise hiçbir ışık yansıyamayacağından siyah oluşur.

* Küçüklüğümüzde hepimize resim derslerinde ana renkler olarak kırmızı, mavi ve sarı öğretilmişti. Aslında bu renk modeli bir üstte açıklanan renk modelinin belli bir yakınsamasıdır. Kırmızı macentaya yakındır, cam göbeği de maviye yakındır. Fakat bu üç renk gerçekten ana renk olmadığından kırmızı, mavi ve sarı iyice karıştırılırsa siyah değil koyu bir kahverengi tonu elde edilir.

* Her ışığı göremeyiz. Belli bir frekans aralığının dışındaki ışınlar insan beynince herhangi bir görüntü oluşumuna sebep olmaz. Buradaki ilginç bir nokta bu ışınları biz göremesek bile telefon kameralarının yakalamasıdır. Evinizdeki kumandanın düğmesine bastığınızda kumanda alıcıya bir ışın gönderir. Fakat bu ışın çıplak gözle görülemez. Telefonunuzun kamerasını kumandanın önüne tutup bir düğmeye bastığınızda telefon ekranınızda bu ışığı görebilirsiniz.

* Beyaz kağıt tüm ışınları yansıtmaktadır. Benzer şekilde ayna da üzerine gelen tüm ışınları yansıtmaktadır. Fakat beyaz bir kağıdı karşımıza tuttuğumuzda ve bir aynayı karşımıza tuttuğumuzda gördüklerimiz farklıdır. Bunun sebebi aynanın yüzeyinin pürüzsüz olmasıdır. Ayna üzerine gelen ışınları aynı açı ile yansıtır. Bu nedenle ayna karşısına geçtiğimizde aynanın arkasından kendimize bakıyor olsak ne göreceksek onu görürüz. Çünkü ayna gelen her ışını aynı açı ile yansıtmıştır. Beyaz kağıt ise pürüzlü yüzeyi sebebiyle üzerine gelen ışınları saçar ve bu ışınlar gözümüze gelmeden önce birbirleriyle karışır.

* Üç boyutlu filmlerde birbiriyle uyuşmayan iki görüntü vardır. Takılan gözlüğün bir camı yalnızca bu görüntülerden ilkinden gelen ışınların geçmesine izin verirken diğeri de yalnızca ikinci görüntüden gelen ışınların geçmesine izin verir. Gözlüğü çıkaracak olursanız titreşen bulanık bir görüntüyle karşılaşırsınız. Gönderilen görüntüler aynı şeyin iki farklı açıdan görünümüdür. Nasıl ki gerçek hayatta iki göz aynı cismin iki farklı açıdan görünümünü görüyor ve beyin bunları birleştirerek üç boyutlu bir görüntü elde ediyorsa üç boyutlu filmlerde de aynısı olur. Üçüncü boyut efektinin kullanıldığı bir sahnede gözlerinizden birini kapatırsanız üçüncü boyut etkisi kaybolur. 

Dipnot: Son paragrafta söylediklerim teorik. Normal hayatta da derinlik algım olmadığı için ne üçüncü boyutun nasıl göründüğüne dair bir fikrim var ne de tek gözü kapatınca üçüncü boyut etkisinin kaybolup kaybolmadığını deneme şansım. Söylediklerimde yanlış bulacak olan olursa özrün efendisi en yakınım olur, diler yoluma devam ederim.

15 Ocak 2023

İkinciye Hayranlık

Bugünlerde kafamın içinde çalıp duran bir şarkı var:

So he spoke, so he spoke

That Lord of Castemere

Aslında kafamda dönüp duran bir başka şarkı daha var:

Kırmızı balık gölde,

Kıvrıla kıvrıla yüzüyor;

Balıkçı Hasan geliyor,

Oltasını atıyor.

Kırmızı balık kaç kaç kaç

Nedir derdiniz Balıkçı Hasan'la? Aç kalsın çoluğuna çocuğuna ekmek götüremesin mi? Çok merak ediyorsanız geçenlerde Balıkçı Hasan'ın kolunu kanadını kırdılar, bir daha balığa çıkmayacak. Umarım mutlusunuzdur. Neyse, Balıkçı Hasan mevzusu ayrı bir mesele. Biz yine ilk şarkıya dönelim.

Game of Thrones dizisini hiç izlemedim. Hikayenin geneli hakkında bilgim yok. Fakat belli başlı karakterleri biliyorum. Bunun dışında ana karakterlerin başka dizilerden beklenmeyecek şekilde, beklenmedik zamanlarda ölebildiğine dair de bilgim var. Hatta sanırım bu konuda bir röportaj okumuştum. Kitapların yazarı küçüklüğünde Wonder Man isimli bir karakterin ölümünden çok etkilendiğini ve bunun da kendi eserlerine yansıdığını söylüyordu. Anladığım kadarıyla kafasında iyilerin mutlaka kazanacağına, mazlumun muhakkak intikamını alacağına dair bir kalıp yok.

Lord of Castemere şarkısı Youtube tarafından karşıma çıkarılan bir şarkıydı. Anladığım kadarıyla Game of Thrones'a ait bir şarkı. Şarkının sözlerinden anladığım kadarıyla Castemere lordu kendinden üstün olan bir başka soyluya boğun eğmiyor, diyor ki sen de aslansın ben de aslanım, unutma ki her aslanın pençeleri vardır ve benimkiler de seninkiler kadar uzun ve keskindir. Şarkının kafama takılan kısmı Castemer lordunun bu şekilde konuştukça konuştuğunu söylüyor. Fakat şarkının devamından anladığımız kadarıyla soylu Castemere lordunun pençeleri rakibininki kadar uzun ve keskin değilmiş ki mağlup olmuş ve unutulup gitmiş. Tam olarak kafamdaki Game of Thrones imajına uygun bir son.

Normalde konuşup konuşup beceremeyen insanlara zerre saygı duymam. Zaten ileriye dönük hayallerinden kesin başaracakmış gibi konuşup duran bir insanın söylediklerini yapabildiğine de ben şahit olmadım. Muhakkak aksine örnekler de vardır fakat ben görmedim, benim kendi gözlemlerim ileriye dönük hayallerini başarabilenlerin planlarından mütevazi bir şekilde bahsedenler ya da hiç bahsetmeyenler arasından çıktığı. Bununla birlikte Castemere lordunun durumu biraz farklı, anlattıkları ileriye yönelik ayakları yere basmayan hayalleri değil kendisini tehdit eden bir güçten korkmadığı. Sanırım bu beni kendine çekiyor, sonunda kaybetmiş olması da cesaretini gözümde daha değerli kılıyor.

Aslında dönüp dolaşıp geldiğim nokta genel olarak ikinciye hayranlık duymamız. Hakkinen Schumacher'in hegemonyasını kırdığında Schumacher'i yerin dibine sokmaya başlıyoruz, Bundesliga'da Bayern Münich dominasyonuna darbe vurunca Almanya'dan binlerce kilometre uzakta Türkiye'de Borussia Dortmund taraftarları türüyor, Red Alert 2 oynamaya başlayan, ABD gerçek hayatın süper gücü olduğu için oyunda Rusya'yı seçmeyi kendine görev ediniyor. Bu arada bu kendimi dışarıda tuttuğum bir eleştiri değil, zamanında tenis ile doğru düzgün ilgilenmememe rağmen Agassi'ye devamlı en tepede olduğu için gıcık kaptığımı hatırlıyorum. Kazananla derdimiz nedir acaba, kendimizi kazananın yerine koyamayıp devamlı kaybedenle empati yapmak nedendir herhalde bir süre cevabını arayacağım soru bu olacak.