28 Eylül 2014

Valensiya Günlükleri (28.08.2014) - Türkiye Muhabbetleri

Dün gece Oktoberfest çıkışında ilginç bir olaya rastladım. Önceden de bahsettiğim gibi Valensiya'nın insanı arkadaş canlısı. Ford Valensiya fabrikasında boyahanede çalışan bir genç sayesinde yine bir arkadaş ortamı edinebilmiştim. Fakat anlamadığım ilginç bir diyalog dönüyordu. Bir kızla bir erkek birbirine sarılmıştı ve birkaç kız her ikisine de ayrılmaları için yalvarıyordu. Sonradan öğrendiğime göre erkeğe sarılan kızın başka bir erkek arkadaşı varmış. Bu kişi aynı zamanda kızın arkadaşlarıyla da yakın arkadaşmış. Bu nedenle alkolün etkisiyle kızın erkek arkadaşını aldatmaması için yalvarıyorlarmış. Birçok aşağılık insan tanıdım, sevgilisinden ayrılır ayrılmaz bir önceki sevgilisine gideni gördüm, sarhoşken ilişkisini unutup platonik aşkını arayanı tanıdım fakat hayatımda ben hiç bu kadar acınası bir sahneyi tecrübe etmemiştim.
Velhasılkelam kızlar ikiliyi ayırmada başarılı oldular, daha sonra grubumuza farklı gençler katıldı. İsminin Rafa olduğunu öğrendiğim bir tanesi ismimi ve soyismimi ilk seferde doğru telaffuz ederek beni şaşırttı. Hukuk fakültesi mezunu olan bu gençle biraz Türkiye hakkında da konuştuk. Ermeni soykırımı, Kıbrıs sorunu gibi meselelerle de ilgiliydi. Laf bir şekilde Türkiye'nin laik olmasına geldi ve enteresandır gruptakiler Atatürk'ü tanıyordu. Daha önce sohbet ettiğim birçok yabancı ismini bile duymamıştı.
Zaman geçtikçe daha da çok şey bildikleri ortaya çıktı. Bir tanesi Osmanlı hakkında ne düşündüğümü sordu. Ama çok genel bir soruydu. Osmanlı'nın neyi hakkında ne düşünüyordum? Mesela Yeniçeriler dedi. Age of Empires'ta iyiler dedim ve gülüşüldü geçildi. Sonra gruptaki bir kız eski iki ev arkadaşının Türk olduğunu söyledi. Birisi İstanbul'dandı diğeri ise doğu sahillerinden. İyi de bizim doğuda sahilimiz yok. Diğerleri şehir tahmini yapmaya başladı. Bir tanesi önce Ankara dedi, değildi, İzmir dedi, ben İzmir'i bilmesine şaşırdım, daha sonra bir başkası Sinop dedi. Yuh artık arkadaş. Hadi İzmir neyse de Sinop'u nereden duydun? Sinop benim dahi bilmediğim şekilde önemli bir Pontus şehriymiş önceden. Bunu da öğrenmiş oldum. Ama Bilecik ve Yozgat hakkında ne düşündüklerini sormaya yine de çekindim.
Yine ben duramadım. Ne zaman hukukçu görsem adetim olduğu üzere tasarlayarak adam öldürme hakkında senaryolar oluşturdum. Rafa ile biraz bunun üzerine konuştuk. Orada tanıştığım Raul isimli bir gençle de futbol ve hayat üzerine birçok benzeşim kurduk. Sıkıntı etme, gerekirse aynı takımda, Trabzonspor'da oynarız ben ortasaha oynarım, sen forvet olursun sana pas atarım dedi, ben de ona Alex de Souza'dan bahsettim, ortasaha olmasına rağmen gol kralı olduğunu söyledim, kaleyi görürsen vur, illa pas atacaksın diye bir şey yok dedim. Çok da fazla zaman geçmeden ayrıldık.
Sabah geç uyandım, günüm boş, dışarı çıkabilirim fakat büyük bir sıkıntım var. Her ne kadar birçok insanla tanışmış olsam da istediğim zaman görüşebildiğim tek kişi Manolo Montoliv, Sevilla'da boğa güreşinde ölmüş olan matador. Sanırım ben bu kısacık sürede İstanbul'u özlemeye başladım. Bugün Türk dönerci kapalı olduğu için Pakistanlılar'dan döner almak zorunda kaldım. Dolayısıyla Türkçe konuşma hevesim bir gün daha benimle kaldı. Burada duyduğum son Türkçe kelimeler dünkü gruptakilerin oradan buradan duymuş olduğu "Merhaba" ve "Bu ne ya?". Tek başıma sıkılmaya başladım. Cidden "bu ne ya?"

27 Eylül 2014

Valencia Günlükleri (27.09.2014) - Şehre Alışırken

Aslında bu günlüklere başlarken her gün bir yazı eklemeyi düşünmüştüm ama vakit bulamadığım için yazamadım. O günü talihsiz bir başlangıç olarak değerlendirmiş ve ona buna laf yetiştirdiğim bir yazı kaleme almıştım. Sonraki gün de çok matah geçmedi. Pazartesi ve salı günü Oktoberfest ölü evinden halliceydi. Bir de salı sabahı fabrika girişinde sorun yaşamıştım.
 
Salı akşamı işten çıkınca Don Salvatore'a uğradım. Kendisiyle bu tarz şeyleri kafaya takmanın azaltılması ve karnın güçlendirilmesi için pizza tüketiminin arttırılması üzerine tam bir mutabakata vardık. Fakat anladığım kadarıyla herkesle aynı anlaşmayı yapıyor:
 
 

 
Fakat asıl ilginç olan akordiyoncu ile aramızdaki diyalog oldu. Bir adam akordiyon çalıp para topluyordu. O sırada biz memleket olarak Ciguli'yi harcamışız sana mı para vereceğiz diye düşünüyordum. Fakat yanıma geldiğinde Türkçe olarak "Birkaç para ver be abi" diyince elim gayri ihtiyari cüzdanıma gitti. Söylediğine göre Romen'miş ve eskiden 10 yıl İstanbul'da çalışmış. Arkadaşımla Türkçe konuşmalarımızı duymuş.
 
Bir sonraki akşam yine Oktoberfest'e gittim. Neredeyse yer yoktu. Tek tük boşluklar vardı ama milletin dibine oturup rahatsız etmek istemedim. Dolaşırken geniş bir boşluk buldum ve oraya oturdum. Çok geçmeden kalabalık bir grup geldi ve kendilerine yer vermemi rica etti. Haklı sayılırlardı, kalabalık bir grubun oturabileceği yeri tek başıma işgal etmiştim. Ama yanlış anlamışım. Benim kalkıp başka yere geçmemi istememişler, istedikleri biraz kayıp onlara da yer vermemmiş. Hatta beni gruplarına da aldılar. Grup biraz Temel fıkrası gibiydi, 3 İspanyol ve Erasmus öğrencisi olan 1 Rumen, 1 Finlandiyalı ve 1 Alman vardı. Bunların arasına Temel kontenjanından ben de girmiş bulundum.
 
Buranın insanları sıcakkanlıydı ve hoşuma giden birbaşka şey de kimsenin kimseye karışmamasıydı. Kafası bir milyon olan keşi bile sigara isteğine olumsuz yanıt alınca musallat olmadan yoluna devam ediyordu. İstanbul'da görsem girmeye korkacağım sokaklarda kızlar yalnızca gezebiliyordu. Biraz da bu düzenden olsa gerek dilencilik ya da işportacılık yapan insanlara karşı daha sıcaktım. İstanbul'da maruz kaldığım hinliklerin karşıma çıkmayacağı düşüncesi elindeki mendili ya da gülü satmaya çalışan insanlarla empati kurmamı sağladı.
 
Nitekim Oktoberfest'te gül satan Hintli bir adam vardı. Bana da geldi. Ondan bir tane gül almada sakınca görmedim. Masadakiler kime aldığımı sordular, fakat ben kimden aldığımı sordular sandım ve Hintli adamdan aldığımı söyledim. Ama kime diye sordular. Kimseye almamıştım, sadece alıp verip ekonomiye can vermiştim. Hepsi bu. Rumen kız gülleri çok sevdiğini söyledi, masadaki Alman da kendisine bir tane almıştı. Elimdeki gülü isterse alabileceğini söyledim ve aldı.
 
Gece geç olunca dağılma vakti geldi. Beni grupla kaynaştıran İspanyol gence Alman'la Rumen kızın sevgili olup olmadıklarını sordum. Çünkü sonradan öğrendiğime göre aynı evde kalıyorlarmış. Eğer aralarında bir şey varsa gülü kıza vermiş olmam tatsızlık çıkarabilirdi. İspanyol beni yanlış anladı, kız arkadaşım var ama burada değil dedi. Tekrar sordum bu kızı soruyorum diye, Alman'la ilişkileri var mı? İhtiyacım yok ki benim diye karşılık verdi. Ya birader, ben ağzımı yüzümü dağıtırlar mı endişesindeyim sen sana yol gösterdiğimi düşünüyorsun. Sonuncu soruşumda meseleyi anladı. Yok adamım dedi, hiçbir problem yok. Bu Valensiya böyle bir yer, adamı kolay kolay dövmüyorlar.
 
Daha sonraki günler El Carmen ismi verilen meydana uğradım. Bolseria isimli bir Türk dönerci var. Burayı bulmam iyi oldu. Hem döner yiyebiliyorum, hem de Türkçe konuşabileceğim insanlar var.
 
Valensiya caddelerinde ilginç ağaçlar var. Gövdeleri sanki birkaç ağacın birleşiminden oluşmuş. Şehir neredeyse dümdüz. Sürtünme ihmal edilse şehrin bir tarafından yuvarlanan bir bilye öbür tarafından çıkacak sanki. Trafikte de yayalara büyük saygı var. Sağa dönen araç kesinlikle yayaya yol vermek zorunda. Böyle bir ortamda yürümek de çok keyifli.
 

 
Şehrin sıkıntıları şu aşamada İspanyol paça olmayan pantolon bulamamak ve yerel halkın genellikle İngilizce konuşamıyor oluşu. Yine de bugün market alışverişimden sonra 7.20'lik tutarı öderken "Ben sana 12.20 vereyim sen bana geri 5 ver" şeklindeki isteğimi anlatabildim. Zamanla alışılacak gibi.
 
 

22 Eylül 2014

Valensiya Günlükleri (22.09.2014) - Talihsiz Bir Başlangıç

Gece yatmadan önce ev arkadaşım geldi. Sabaha görüşemeyiz artık dedi, ve ben ona hayırlı yolculuklar diledim. O da yolculuğa giden sensin diye karşılık verdi. Niye öyle bir laf ettiysem. Gece biraz bunun üzerine düşündüm. Dünyanın hareketini hesaba kattığımızda belki de ben daha az yer değiştiriyordum. Yıldızlar eksen takımına göre asıl seyahat eden dünyanın geri kalanıydı. Coriolis ivmesi üzerine fala kafa yorduktan sonra uyudum.
Sabah aklıma bir başka şey geldi. Facebook'ta profil profil gezerken yolum bir zaman önce tanımadığım bir adamın profiline düşmüştü. Şöyle başlamıştı yazdığı yazıya, özür diliyorum, ben okumayı 4 yaşında öğrendim, 5 yaşında piyano çalmaya başladım, sizler ezberletilen dogmaları öğrenirken ben Mozart notalarını düşünüyordum, o nedenle sizlerle aynı düşünemiyorum. Binbir türlü insan da "cidden ha biz çok farklıyız" tarzı şeyler yazmış altına. Son yazdığım yazıdaki gibi herkes kendini farklı, diğerlerini sıradan, tekdüze kabul ediyor ve kimse yazılanları üzerine alınmıyor. Ama ben akşam Coriolis ivmesi gibi bir dogmayı düşünen biri olarak üzerime alındım.
Yazısının devamında bizlerden farklı düşüncelerinden de bahsetmiş. Bir gün dünya enerjiden oluşan evrenin enerjisini kullanacak, fosil yakıtlara ihtiyaç duymayacakmış. Ulan ne güzel şeyler düşünüyormuşsun sen? Ben bana ezberletilen dogmalar sayesinde fosil yakıttan iş nasıl üretilir biliyorum. Bunu pratiğe döken mühendisler de Otto ve Dizel çevrimi gibi ezberletilen dogmaları kullanıyorlar. Peki sen ne düşündün paşam? Bizlerden farklı olan sen de evren enerjisiyle çalışan bir araba, klima, aydınlatma sistemi yapsan da keşke bir halt zannetsek seni. Neyse, onun dediği gibi olsun, aynen abi evren enerjidir, dünya da düzdür, ataleti yoktur.
Neyse, en azından bir süre bu tarz dandik adamlardan uzak olma düşüncesi ile teselli buldum. Fakat asıl bundan sonra talihsiz serüvenler dizisi başladı. Önce havaalanında çantamdaki mızıka şarjör zannedildi. Bu çok uzamadı, THY aynı koltuğun uçuş kartını iki kişiye vermiş, elbetteki bu iki kişiden biri benim. Bu nedenle yer ayarlamada sıkıntı yaşadım. En son da Valencia'ya indikten sonra sigara içmek istediğimde çakmak bulamamam dokundu. Bir markete soruyorum çakmak satıyor musunuz diye adamlar ne dediğimi anlamıyor dışarı çıkmamı tavsiye ediyorlar. Herhalde ağalar ben dükkanınızda sigara içiyorum, hakkınızı helal edin dedim falan sandılar. Çok şükür otelin resepsiyonundaki kızdan çakmağın İspanyolcasını öğrendim de bir tane satın alabildim.
Neyse, güzel şeyler de var bugünün içinde. Farklı yerlerden farklı hikayeler çıkabiliyor.
Yukarıdaki adam Valensiyalı Manolo Montoliv. Zamanında çok boğayla güreşmiş. Onu yenmiş, bunu yenmiş, sonunda bir gün Sevilla'da güreşe çağırmışlar. Anladığım kadarıyla bu boğanın anasına bacısına sinkaflı laflar etmiş. Boğa bunu birkaç kez efendi olması konusunda uyarmış ama bu eline aldığı pelerin gibi bir şeyi sallayıp bunu alaya almış. Boğa daha fazla dayanamamış, almış altına bunu, boğanın elinden alamamışlar, boğa biz anamıza bacımıza söveni yaşatır mıyız demiş öldürmüş adamı.
Neyse Montoliv'in cenazesi gelmiş Valensiya'ya. Ama Valensiyalılar, "Ulan bu zamanında çok ahkam keserdi, bu boğaya sapladım, şu boğayı deştim derdi, gitmiş ölmüş geri zekalı biz de onu bir halt sanırdık" dememişler adamın heykelini dikmişler. Tamam da arkadaş dövüşün kazananı boğa değil mi? O zaman boğanın heykeli nerede? Hadi diyelim ki burada adet yenilenin heykelini dikmek, o zaman bu adamın öldürdüğü boğaların heykelleri nerede?
Neyse, şansıma Valensiya'da yine Oktoberfest varmış. Önce pizzacı Don Salvatore'a uğrayıp arenaya geçmek lazım. Yarın görüşmek üzere, Dr. Jekyll Valensiya'dan bildirdi. 

10 Eylül 2014

Anlaşılmamanın Verdiği Hava

Beraber yürüyorduk. Gözüme ışıklı bir tabela takıldı. Euro'nun alış değeri 2,85 TL olarak görünüyordu. Birkaç hafta önce yurt dışına çıkacağım için alelacele Euro almak durumunda kalmıştım. İş çıkışı döviz bürolarının mesai bitimine yetişemediğim için alternatif yollar düşünürken bir kuyumcuya girdim. İçerideki amcam sağ olsun kendisinde olduğunu, bu saatte açık döviz bürosu bulamayacağımı söyledi, ondan almalıydım. Aslında onda da pek yokmuş da maksat işim görülsün. Önce alacağım meblağı hesap makinesinde 3 ile çarptı. Beni ayak üstü o kadar yontma fikri vicdanını rahatsız etmiş olacak ki sonra fikrini değiştirip 2,95 ile çarptı. O fiyattan anlaştık. O günden kalma 100 Euro hala cebimde olduğu için Euro'nun fiyatı ilgimi çekmişti. 

Ona geçen haftadan kalan Euro'mun olduğunu bu yüzden Euro'nun fiyatının düşmesinin canımı sıktığını söyledim. Ulan niye canım sıkıldıysa, edeceğim zarar 10 TL. Onun mu lafını yapıyordum? Evet onun lafını yapıyordum. Millet tilkiyse ben cindim. Akşamın bir vakti yüksek fiyattan döviz alır sonra bir şekilde zarar etmeden satardım. Çok büyük bir ekonomi dehasıydım ya ben, 10 TL kaybetme fikri canımı sıkıyordu.

Merak etme yükselir dedi. Euro Merkez Bankası faizleri düşürdü dedim. O an duraksadım. Sahi ne oluyordu faizi düşürünce? Sesli düşündüm. Faizler düştüyse insanlar kredi çekmeye daha istekli olurlar, dahası ellerindeki parayı da bankaya yatırmayı daha az isterler. Böyle olunca piyasadaki Euro miktarı artar dolayısıyla da Euro değer kaybeder. Yükselmez dedim. Hiçbir şey anlamadı.

Sonra eve geçtim. Yakın çevremdeki hukuk tayfasıyla heyecanlı muhabbetlere giriştik. Taksirli adam öldürmeler, borçların ifaları havada uçuştu. Pek bir şey anlamıyor olsam da muhabbete tutunabilmek için direndim. Bildiğim hukuk terimlerini cümle içerisinde kullanıyordum. Anlatılan olay kesinlikle kanunun etrafından dolaşmaktı, hakkın kötüye kullanılmasıydı, hele o son söylenen kesinlikle mutlak butlandı, haklılardı. Mümkün mertebe iddialarının aksini savunmuyordum. Onlarla aynı yönde ilerlersem belki muhabbette kalabilirdim.

Bir süre sonra gerçekten muhabbetin akışına girebildim. Bir zamanlar ötenazi hakkında yaptığım bir çeviriden aklımda kalanları devreye soktum. Taammüden adam öldürme suçunun oluşup oluşmadığı üzerine senaryolar üretiyordum. Onların üzerine konuşuyorduk. İlginç ilginç senaryolar bulmaya başlamıştım. Bir adamın arabasının bagajına kurulu tüfek bırakması ve bir hırsızın bagajı açmaya çalışırken vurulması durumunda bunun hükmü ne olurdu? Peki aynı evde yaşayan iki arkadaştan birisine icra gelse ve diğeri davacı tarafı noter kanalıyla evdeki eşyaların hangilerinin kendisine ait olduğu konusunda bilgilendirse icra esnasında bu malların da haczedilmesi durumunda ne olurdu?

Ne güzel konuşuyorduk ki bir ara emin sıfatıyla zilliyetin mülkiyetine geçirmesi gibi bir şeyler konuşuldu. Son bilgi kırıntılarımı devreye sokabilir miyim diye düşündüm. Lafı bir şekilde CMK 100. maddeye getirebilir miydim? Konu hiç onunla alakalı görünmüyordu. Velhasıl kelam muhabbet sürdü. Hiçbir şey anlamadım.

Şükür ki programlamacı bir arkadaş geldi sonradan. Az buçuk programlama bildiğimden bu jargona uyum sağlayabilirdim. Server scripting, asenkronize çalışan kodlardan falan konuştu, PHP ile JavaScript'in birlikte kullanılmasıyla sayfa yenilemeden veritabanı sorgusu yapılabildiğine dair bir şeyler söyledi. Az anlar gibi oldum ama açıkçası ben pek bir şey anlamadım. Diğerlerine gelince; hiçbir şey anlamadılar.

Dışarı çıktığımda yağmur vardı. Bir şekilde şarap içen bir grubun arasına katıldım. Fularlı bir arkadaş anlatıyordu. Diğerleri gibi ben de dinliyordum. Binbir türlü Osmanlı Türkçesinden kalma kelime sıkıştırıyordu laflarına. Bazılarını anlıyordum, bazılarını anlamıyordum. Peki ya onu hayranlıkla dinleyen diğerleri? Bir ben miydim bir şey anlamayan? Fularlı adam hüzünlü hüzünlü anlatıyordu. Bir ara bir arkadaşından bahsetti. Mecnun'a müşabih bir adamdı dedi. Müşabih neydi ki? Arapça'dan dilimize geçen kelimelerin kökünü keşfetmek suretiyle belki çıkarımlar yapılabilirdi. Mesela muntazam ve nizam, belli ki ikisi de N-Z-M gibi bir kökten geliyor ve anlamları sırasıyla düzenli ve düzen. Aynı şekilde müşabih kelimesi ile aynı kökten gelen bildiğim bir kelime bulabilirsem anlayabilirdim.

Ş-B-H. Acaba H gerçekten gerekli miydi? Niye gerekli olmasındı? Gerekli olmamalıydı çünkü aklıma sadece "şeb" kelimesi gelmişti. Şeb-i yelda, en karanlık gece, şeb-i arus düğün gecesi demekti. Tabii ya Mecnun da var işin içinde. Bahsedilen adam Mecnun ve gece kavramlarıyla alakalıydı. Geceleri ıstırap mı çekiyordu? Lafa girdim. Ben de gecelerin insanıyımdır, gece kuşu derler bana dedim. Bana baktı ne alaka dercesine "Mecnun'a müşabih" dedim. Evet, "Mecnun'a benzer" dedi. Niye öncesinde aklıma gelmedi ki? Aradığım kelime "teşbih" olmalıydı. "Şeb" nereden çıktı? Neyse dedi, Mecnun'a benzer diye tahvil edelim. He abi tahvil edelim dedim. Tahvil, hisse senedi, gayrisafi milli hasıla... Yok, bende bir çağrışım yapmadı bu kelime. Hadi dedim ben kaçayım artık. Anlatılanları düşündüğümde acı gerçek şuydu: Hiçbir şey anlamadım. Bana kalırsa diğerleri de farklı değildi: Hiçbir şey anlamadılar.

Düşündüm de, adam ana avrat düz gidiyor olsa haberimiz olmayacak. Peki diğerleri niye hayrandı? Anlaşılmaz olmakta bir çekim vardı belli ki? Elimde farklı alanlardan terimler sözlüğü ve lügatla mı gezmeliydim? Belki de evde bunları ezberlesem olurdu.

Geri dönerken sahilde bir çocuk tekerlek gibi bir şeyi yuvarlıyordu. Etraftaki arkadaşlarına aslında yer tekerleği her zaman itiyor, tekerlek o zaman niye duruyor dedi. Aslında yer tekerleği her zaman itmese de ideal bir yuvarlanma hareketinde sürtünme ihmal edilmese dahi tekerleğin durmasına da sebep olmaz. Bu çocuk bunu tek başına nasıl düşünmüş olabilirdi? Muhakkak bir deha olmalıydı ama bilmediği şey yuvarlanma hareketinin kafasındaki gibi ideal şartlarda gerçekleşmediğiydi. Deformasyon direnci dedim. Durdu bana baktı. Yuvarlanma hareketinde yuvarlanan cisimde de bu cismin üzerinde yuvarlandığı cisimde de mikro ölçekte bazı deformasyonlar olur ve bu hareketi durmaya zorlar, bu etkiye halk arasında deformasyon direnci denir dedim. Hiçbir şey anlamadı.

Sonrasında eve geçtim, hava oldukça bozmuştu. Arkadaşlarımdan sadece biri evde kalmıştı. Şimşek çakıp duruyor bir yer yanmasa bari dedi. Şimşek bir şey yapmaz, yıldırım düşerse sıkıntı diyerek onu düzelttim. Anlaşılmazlığımın üzerine düzelticilik de eklemiştim. Ne büyük bir karizmaya sahiptim ben.

Durmadan konuşuyoruz, ahkam kesip oradan buradan terimler sıkıştırıyoruz sözlerimize, en olmadı tedavülden kalkmış kelimeleri gün yüzüne çıkarıyoruz, yabancı dillerden sözcükler serpiştiriyoruz. Samimi olmadığımız kimseye anlatamıyor ve kimseyi anlayamıyoruz. Hepimiz aynısını yapıyoruz ama hepimiz de çok havalı, imrenilesi insanlarız. Hepimiz aynı şeyi yapıyoruz ama hepimiz de diğerlerinden farklıyız. Ayrıca biz hepimiz farklıyız ama hepimize göre diğerleri hemen hemen aynı.

Sahi Euro'nun durumu ne olacak acaba? Aradan üç ay geçti hala 2,85. Gerçekten de yükselir mi ki?

8 Eylül 2014

Ciguli'yi Beklerken

Yıllar önce bir gece rüyamda denize gittiğimi görmüştüm. Denize girmemle yüzümün asılması bir olmuştu. Neden? Çünkü denizde yüzenlerin arasında Hüseyin Çimşir de var. Kadıköy'de statta izlediğim maçta Alex'e asist yapmasından beri kafayı takmıştım bu adama. Ben bu adamın yüzdüğü denize girmem diyerek çıktım. Beni ikna etmeye çalıştı. Ben aslında hep böyleydim de yanımda Szymkowiak varken ikimiz iyi oluyorduk şimdi Ayman'la beraber yapamıyoruz dedi. Dinlemedim, bu takımda yeri yoktu. Denizden çıktım.

Uyandıktan sonra pek takılmadım buna ama haklıydı aslında. Birkaç yıl öncesinde methiyeler düzdüğümüz, milli takımda ilk on birde başlayan Hüseyin Çimşir'in de dikine öldürücü paslar attığı yoktu ki. Fakat yanında onun kaptığı topları ileri taşıyabilecek Szymek vardı o zamanlar.  Hiç bu yönden bakmamıştım. Ama böyle bir şey var. Bazen birinin gitmesi yanındakini eksiltir, bitirir. Aşk gibi, dostluk gibi, ortaklık gibi... Yine de çok büyütmemek lazım meseleyi. Trabzonspor o sene adam gibi dikine top yapabilen bir orta saha oyuncusunu kadrosuna katmış olsaydı daha farklı olurdu. Gidenin yerini doldurmak her zaman için mümkündür.

Bu rüyayı hatırladım nedense. Sonra Szymkowiak'ın Trabzonspor kariyerini düşündüm. İlk geldiği sene fırtına gibi top oynamıştı. Ama ayağı kırıldı bir sezon sonra uzun sarı saçlarına kurban olduğumun. Sonra da pek toparlayamadı zaten. Bir ara sol kanatta oynatıldı, yedek kaldı derken eski halini mumla aratır olmuştu.

Berbat bir huyum var, ne zaman sevdiğim bir kişi ya da topluluk düşüşe geçse durmadan tekrar yükselişe geçmesini beklerim, o  da sağ olsun hiç şaşırtmaz daha da dibi, hatta en dibi görür. Szymkowiak bunlardan biri. Takımın berbat olduğu bir dönem, 6 hafta gol atamamışız ama ben yine de Szymek'in düştüğü duruma içerlenmiş haldeyim. Zamanın teknik direktörü Ziya Doğan'ın mail adresini buldum ve anlattım da anlattım. Bu adam niye yedek oturuyordu? O maili okumuş mudur bilinmez fakat birkaç gün sonra Ziya Doğan'ın bir açıklaması oldu: Szymkowiak antrenmanlarda çok iyiydi ve önümüzdeki maçta ona forma verecekti. Fenerbahçe maçıydı, Szymkowiak oynadı ama yine de yenildik. Szymkowiak düzelemedi, en sonunda daha 30 yaşındayken ülkesine kaçıp futbolu bıraktı.

Bir başka önlenemeyen düşüşü de Che Guevara belgeselinde görnüştüm. O zamanlar bilmediğim bir adamdı, belgeselde etkilenmiştim. Fakat belgeselin ortalarında düşüşe geçti o da. Önce sanayi bakanlığından istifa edip Afrika'ya gitti. Orada başarılı olamadı. Sonra Bolivya'ya geçti, tarihin bilmediğim bu kısmında  başarılı olmalıydı. Bekledim de bekledim Bolivya hükümetini düşürmesini, gel gelelim belgeselin sonlarına doğru yakalandı ve oracıkta vuruldu. Kendi deyimiyle altı üstü bir adam vurmuşlardı.

Bir başkası Borussia Dortmund. İlçeye taşındığımız ilk yıllardı. Artık televizyonumuzda TRT dışında kanallar da vardı. İlk izlediğim Şampiyonlar Ligi finalinde ışıl ışıl sarı formalarıyla Borussia Dortmund'lu futbolcular Juventus'u 3-1 ile devirmişti. O gün benim sempatim başladı, çok geçmeden de Dortmund'un düşüşü. Önce Şampiyonlar Ligi gruplarında güçsüz takımların arasından çıkamamaya başladılar, sonra ben liseye geçince UEFA Kupası'na bile katılamayacak yerde bitirdiler ligi, en sonunda da orta sıra takımı oldular. Takımdan Rosicky, Metzelder, Amoroso gibi isimler ayrıldıktan sonra ben takip etmeyi bıraktım da adamlar gün yüzü görüp iki sene önce yine Şampiyonlar Ligi finali gördüler.

Ulan hep mi böyle olur? Düşüşe geçen neyin tekrar yükselmesini beklesem gitti daha da düştü. Yok mu yani herhangi bir şeyin toparlanma şansı. Şimdi de Ciguli'ye taktım kafayı, gerçi artık daha fazla düşse de haberim olmayacak konumda ama gözünü seveyim abi kır şu şeytanın bacağını, göster her düşüşün diple bitmek zorunda olmadığını.